7 Temmuz 2014 Pazartesi

Benim hırsızım iyidir! - Ergun Babahan

‘‘Kendine Müslüman’’ sözü boşuna söylenmemiş bu topraklarda. İnancın da, ideolojinin de para ve önemli olmak uğruna bir kenara atılabildiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Bizden olanların yaptıklarına göz yumuyor, karşı olduklarımızın hatalarının üzerine gidiyoruz.
Gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti olmak istiyorsak, gerçek demokrasiyi sağlayacak oyun kurallarına göre inşa etmek zorundayız.
Evet, bugün AKP yolsuzluk iddiaları, 3 dönem üst üste seçilmenin vermiş olduğu yıpranma, hukuku işine geldiği biçimde yorumlama, hatta doğrudan müdahale etme gibi nedenlerle ciddi şekilde yıpranmış durumda.
Yüksek faiz, yüksek kur sarmalına giren iktidar, Kemal Derviş’ten bu yana ülkeyi değiştirecek tek bir ciddi ekonomik reforma imza atmamanın bedelini ödüyor. Kuralları istediği gibi eğip bükeceğine inanıyor ve bugün için bunu yapıyor.
AKP’ye karşı olanlar Erdoğan ve ekibinin iktidardan gitmesiyle her şeyin güllük gülistanlık olacağına inanıyor ve bütün çabasını buna odaklıyor. Elbette, yolsuzluğa bulaşanların üzerine gitmek, yetim hakkı yiyenlerden hesap sormak bir gereklilik. Ama esas olan, sivrisinekleri öldürmek değil, bataklığı kurutmak olmalı.
Bu ise ucuz sloganların dışında köklü bir değişimi, bunun için de zorlu bir mücadele dönemini gerektiriyor.
AKP, Çiller-Yılmaz döneminin yolsuzluk iddialarının doruğa çıktığı bir dönemin arkasından iktidara geldi. Kamu makamlarının bile parayla satıldığı, ailelerin ve yakınlarının inanılmaz servetlere sahip olduğu bir dönemdi. Medya, yağmanın bir ayağı olarak ciddi bir suç ortağıydı. Bugün olduğu gibi…
Merkez sağın ülkeyi soymasından yorulan halk ve küresel sistem, sonunda bu oyuncuların tamamını devre dışı bıraktı. O dönemin aktörleri bugün insan içine çıkamayan, çıksa da itibar görmeyen bir konumda.
Ama sonuç ne?
Çalanın yanına kar kaldı…
O dönemin zenginlerinin bir kısmı bugün AKP’ye ahlak dersi veriyor.
ANAP-DYP dönemine öfkenin kaçınılmaz sonucuydu AKP. Sadece dürüstlük sözü vermedi, Avrupa Birliği üyeliği ile dünya sistemine entegrasyon sözü de verdi. Avrupa Birliği üyeliği sadece insan hakları standartının yükselmesinden ibaret değildi, Türkiye’nin şeffaf bir demokrasi haline gelmesi hedefi de vardı.
Lenin ve arkadaşları da Rusya’da Bolşevik Devrimi kendileri ve kadrolarını zenginleştirmek için yapmamıştı. Geleceğe yönelik hayalleri vardı. Ancak uzun iktidar dönemi hayalleri sloganlardan ibaret hale getirdi ve emekçi sınıfı sömüren bir bürokratik sınıf ortaya çıkardı. Sovyetler Birliği, Nomenklatura’nın dışındaki kesimlerin var olmasına, sisteme dahil olmasına izin vermediği için çöktü.
Daren Acemoğlu’nun James Robenson ile ortaklaşa yazdığı‘‘Why Nations Fail’’ adlı çalışması aslında sistemlerin nasıl çöktüğünü örnekleriyle anlatıyor.
Bu çalışmayı biraz daraltıp siyasi iktidarlara uyguladığımızda da aynı sonuçla karşılaşıyoruz. İktidarlar, zenginleşmeyi dar bir kadroya hasrettiğinde çürümeye başlıyor, ve bunun sonucunda toplumsal tabanlarını kaybediyor ve kaçınılmaz olarak sahneden çekiliyor.
Demokrasinin faydası da bu. Sorunu, ülkenin çökme noktasına vardırmadan, iktidarları çökertip değiştirerek nihai sonu öteleyebilmesi. Ancak demokrasinin bu kuralının sağlıklı işleyebilmesi için ülkenin gerçek demokrasi ve hukuk devleti olması gerekiyor.
Biz ise sadece hırsız olduklarına inandıklarına inandıklarımız gönderip yerine yeni hırsızlar koymakla işi idare etmeye çalışıyoruz. Sorunun temeline inme enerjimiz olmadığı gibi, sorunu bu şekilde sürdürmek toplumun çoğunluğunun işine geliyor.
Bu ülke göçlerle hızla kentleşirken Hazine arazilerine gecekondu yaparak soygundan pay alanlar daha sonra konutunu yasadışı büyüterek, vergisini kaçırarak sistemden yararlanmayı sürdürdü.
Ülkenin trafiğinin işleyişine bakmakla bile, toplumun ahlak yapısı hakkında bilgi vermek açısından önemli. Herkesin, işine geldiğinde trafik kurallarını çiğneme, ters yola girme, yasak yere park etme hakkını kendinde gördüğü bir toplumuz. Kuralları çiğneyen bireyler, kamudaki yolsuzluk operasyonları kendi cebine doğrudan dokunmadığı sürece rahatsızlık duymuyor.
Kimilerinin milyarlar kimilerinin binlerle ifade edilen çıkarlar sağladığı bir yolsuzluk düzeni hakim aslında bu ülkede. Yargısından siyasetine kadar uzanan bir ahlak anlayışı bu. ‘‘Bal tutan parmağını yalar’’ sözüyle özetlenen bir yaklaşım.
Osmanlı’nın yağmaya dayanan sisteminden gelen, çalışma ve başarıdan çok zenginliği öne çıkaran bir ahlak anlayışının kaçınılmaz sonucu.
Yolsuzluklardan hesap sorma iddiasıyla yola çıkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun yakın çevresi bile yolsuzluklarının hesabını vermemiş kimi isimlerden oluşuyor.
Sorun sadece hukuk ve kuraldan ibaret değil. Ahlak anlayışını sıfırlamak, yeni baştan üretmek gerekiyor. Zenginleşmenin ana kaynağının devlet olduğu bir toplumda ise ahlak kurallarını sıfırdan yazmak mümkün olmuyor.
Ne günde 5 vakit namaz kılmak, ne de meydanlarda ‘‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’’ diye bağırmak yeni bir siyaset ve ahlak anlayışı geliştirmeye yetmiyor. Yolumuz çok uzun. 2023’te İtalya’nın bugün gelmiş olduğu noktada olsak bile iyidir anlayacağınız.


6 Temmuz 2014 Pazar

‘Sol’ ve Din - Murat Belge

Taraf’tan Tuğba Tekerek Binnaz Toprak’la uzunca bir söyleşi yapmış. Konu Ekmeleddin İhsanoğlu; İhsanoğlu’nun CHP tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi. Bunlar konuşulunca söz doğal olarak “din” ve “sol” ilişkisine de geliyor.

Ekmeleddin İhsanoğlu ile tanışıklığımız vardır. Onu ben de gayet medenî, olumlu bir insan olarak bilirim. “Solcu”luğu yoktur; ama öyle gözü kara “sol düşmanı” bir kişi değildir. Çalışkan ve bilgili bir “akademik” olarak, yargıları da nesneldir.

Ekmeleddin Bey’i aday göstermekle CHP yönetiminin neyi hedeflediğini tahmin etmek güç bir şey değil: AKP’nin göstereceği aday (Erdoğan veya bir başkası) karşısında, normal olarak AKP’ye oy verecek seçmenlerden de oy alabilecek birini çıkarmak. Bu bence isabetli bir strateji. Öte yandan, Ekmeleddin Bey’in “dezavantaj”ı, pratik siyasette hemen hemen hiç tanınmayan biri olması. Umarım bu “cumhurbaşkanlığı yarışı” iki farklı siyasî anlayışın mücadelesi olarak kalır ve “kim daha dindar ve muhafazakâr” yarışına dönüşmez.

Ama bu yarışın muhtemel sonuçları üstüne tahminde bulunmaktan önce, genel konu, yani “sol siyaset” ve “din” ilişkisi üstüne birkaç şey söylemek istiyorum.

Berlin Duvarı ile dünyanın değişmesinden önceki yıllardaydı; Fransız Komünist Partisi yanılmıyorsam bir “tüzük değişikliği” yapmış, partiye üye olmak için “diyalektik materyalizm”i benimsemiş olmak kuralını kaldırmıştı.

Ne anlama geliyor bu?

Komünist skolastisizm içinde, partiye üye olmak için “ateist” olma koşulunu iptal ediyor. Dinî inancı olan biri olarak da FKP üyesi olabilirsiniz.

Böyle bir karar verildiğine göre, ortalıkta böyle insanlar da vardı herhalde. Hiç değilse, böyle insanların olabileceği umudu ya da beklentisi vardı.

FKP dünyanın en katı KP’lerinden biri olduğu için de ilginçti karar.
 devamı için tıklayınız

http://www.taraf.com.tr/yazilar/murat-belge/sol-ve-din/30124/

Anti AKP hayalleri-ETYEN MAHÇUPYAN

İnsan zekasının kişinin içinde bulunduğu ortamla ters orantılı bir ilişkisi var. Özgür davranışın teşvik edildiği durumlarda her yaştan insanın daha yaratıcı olduğu, farklı fikirleri duymaya ve anlamaya daha eğilimli olduklarını gösteren sayısız çalışma var. Dolayısıyla bunun tersinin de doğru olması beklenir ve nitekim o yönde de çok kanıt bulunuyor. Özgürlük alanı daraldıkça zihinsel beceri ve sosyal adaptasyon kapasitesi düşüyor. Öte yandan psikolojik açıdan özgürlüğün daralması birçok kişi için bir çaresizlik ve tıkanma duygusuna teslim olmayı ifade ediyor. 
Bu bilimsel bulgular bugünlerde Türkiye’de de ilginç bir sınanma şansı buluyor. AKP karşıtlarının çaresizliği anlaşılan öylesine derin bir sıkışma yaratmış ki, İhsanoğlu’nun gerçekten de siyasi dengeleri değiştirebilecek bir aday olduğunu, CHP’nin nihayet siyaset yaptığını, iktidarın paniğe kapıldığını vs yazabiliyorlar. Bu bariz akılsızlık halini psikolojik unsurlar dışında açıklamak ihtimali pek yok. İhsanoğlu’nun adaylığı muhalefetin çaresizliğiydi… Aynı çaresizlik AKP karşıtı aydınları da içine alıp bir hayal ülkesine taşımış gözüküyor. 
Bilindiği gibi aydınlarımız aritmetiksel çözümlemelere saygı duyarlar. Biz de meseleye o açıdan bakalım… Kamuoyu yoklamaları AKP oyunun bir alt ve üst sınır arasında oynadığını ortaya koymakta. Bu tarihsel momentte oyların 18 milyondan daha aşağı inmesi mümkün değil. Buna karşılık AKP’nin alabileceği en fazla oy, Almanya seçmeninin de katkısı düşünüldüğünde azami 24 milyon. Aradaki boşluk siyasi konjonktürle ve esas olarak iktidar partisinin kendi performansıyla belirleniyor. Örneğin yolsuzlukların ortaya çıkması oyu düşürürken, demokratik hamleler ve hükümetin devlete hakim olduğu kanaatinin pekişmesi halktan alınan desteği artırıyor. Öte yandan toplam seçmen sayısı kabaca 50 milyon ve her halükarda alınacak oyun yüzde kaça tekabül edeceği ise doğal olarak seçimlere katılım oranına bağlı. Söz konusu oranın da pratikte var olan yelpazeyi biraz genişleterek yüzde 60 ila 90 arasında olduğunu söylemek mümkün. 
Böylece AKP’nin teorik olarak alabileceği oy oranını kabaca hesaplayabiliriz. Burada deneyimden ve AKP’nin parti yapısından hareketle şu varsayımda bulunabiliriz: AKP seçmeninin sandığa gitmeme eğilimi, genel ortalamanın altındadır. Diğer bir deyişle seçimlere katılım düştüğünde, sandığa gitmeyenler büyük çapta muhalefet seçmenidir. Gerçek rakamları hesaplamak bir dizi varsayımı daha gerektirdiği için fazla uğraşmayalım ve seçmen katılımı azaldığında bu kişilerin üçte birinin AKP’li olduğunu düşünelim. 
Seçime katılım yüzde 90 olduğunda ve konjonktür AKP aleyhine ise bu partinin alacağı oy toplam 45 milyonun 18’i, yani kabaca yüzde 40 olacaktır. Bu AKP’nin en kötü koşullarda alacağı asgari oy… Buna karşılık katılım yüzde 60’a indiğinde yaklaşık 15 milyon seçmen sandığa gitmeyecek ve bunun da en fazla 5 milyonu AKP’li olacak. Eğer konjonktür hükümet aleyhine ise AKP oyu toplam 30 milyonun 14’ü olacağı için kabaca yüzde 40 oy değişmeyecek. Ama eğer konjonktür iktidarı destekliyorsa bu parti toplam 30’un 19’unu alacaktır ve bu da yüzde 57 demektir. Nihayet hem yüksek katılım hem de iktidar açısından olumlu bir ortam varsa AKP oyu yüzde 53 civarında beklenmelidir. 
devamını okumak için tıklayınız




http://www.aksam.com.tr/yazarlar/etyen-mahcupyan/anti-akp-hayalleri-c2/haber-320237

İhsan Eliaçık: Namaz Beş Vakittir Diye Bir Şey Yok

Gezi Parkı’nda kılınan Cuma namazlarında imamlık yapan ve olaylar sırasındaki çıkışlarıyla dikkat çeken Antikapitalist Müslümanlar grubunun lideri İhsan Eliaçık, Bana Dinden Bahset programında Salat kavramına ve Kur'an'da sadece üç vakitten bahsedildiğine değinerek "Namaz beş vakittir diye bir şey yok." açıklamasında bulundu.
"KILDIĞINIZ NAMAZ SİZİ KURTARMAZ"
Eliaçık, yaptığı açıklamalarında, "Namaz beş vakittir diye bir şey yok. En az iki en fazla yedi vakit arasında istediğiniz kadar kılabilirsiniz. Ama şunu unutmayın; kıldığınız namazlar sizi kurtarmaz" ifadelerini vurguladı.
devamını okumak için tıklayınız