24 Ağustos 2012 Cuma

BU KAYNAKLAR YETMİŞ MİLYONUN MALIDIR


 
Ali SARAYKÖYLÜ
BU KAYNAKLAR YETMİŞ MİLYONUN MALIDIR
  24/8/2012
 
Efendim, dünyamızın %70’i suyla kaplıdır, bu bilgi daha ilkokul sıralarında çocuklarımıza öğretilir. Ama dünya su rezervlerinin ancak %2,5 kadarı tatlı sudur ve bunun da %1,5 kadarı kutuplardaki buzullardır. Yani kullanabileceğimiz tatlı sular dünyadaki suların ancak %1’i kadardır. Giderek artan insan nüfusuna paralel olarak hayvan varlığımız ve elbette ki tarımsal üretim alanlarımız da artış gösteriyor ve dünyanın su ihtiyacı giderek fazlalaşıyor. Türkiye’de tatlı suların da %72’si tarım, %18’i evsel kullanım, %10’u da sanayide kullanılmaktadır. Bizler başta petrol olmak üzere yer altı kaynaklarımızın tamamından vazgeçebiliriz, hepsinin yerine alternatifler geliştirebiliriz, ama suyun yerine başka bir şey asla koyamayız.

Sevgili okuyucu, üç tarafımızın deniz olduğunu ve bu denizlere akan pek çok akarsuya sahip olduğumuzu düşünerek Türkiye’yi su zengini bir ülke olarak değerlendirmeyiniz. Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1000 m3’ten az olan ülkeler su fakiri ülkelerdir. Biz bu sınıra çok yakınız. Amerika Birleşik Devletlerinin tatlı su kaynakları bizim on katımızdır. 2030 yılında 100 milyon nüfusa sahip olacağı düşünülen ülkemizde su ihtiyacı büyük bir şiddetle hissedilecektir. Bu nedenle de bize düşen sorumluluk; suyumuzu hemen temiz olarak muhafaza edip hem de ölçülü kullanmalıyız.

Yukarıdaki peşrevin nedenini anlamışsınızdır, ilçemiz sınırları içinde bulunan Kuşadası Golf Tesisleri adlı yerleşkenin doymak bilmez su ihtiyacı ne yazık ki bölgemizin su kaynaklarını tehdit edecek boyutlardadır. Tesislerin içinde kurulu artezyen kuyularının dışında komşu arazilere de çakılan artezyenlerle sürekli olarak su çekildiği halde doymadığından Söke’nin değişik noktalarındaki kaynak sularının da buraya taşındığını öğreniyoruz.
Bazı dostlarımız şunu söylüyor;
“Buraya yapı ruhsatı verdiğinize göre su ihtiyacını da karşılamak zorundasınız…”
İyi de, bu tesislerin su ihtiyacı normal yerleşkelerle aynı değil ki. Zaten ne kadar suya ihtiyaç duyulduğunu, ne kadar su verildiğini de kimsecikler söylemiyor.
Şimdi Söke Belediyesine soruyorum:

1- Kuşadası Golf Tesislerinde yeraltından çekilen su miktarı tarafınızca biliniyor mu?
2- Komşu arazilere çakılan artezyenlerle çekilerek tesislere akıtılan su miktarını biliyor musunuz?
3- Söke’de çeşitli yerlerdeki kaynak sularından bu tesislere akıtılan var mıdır? Bunlar hangi sulardır? Bu suların miktarı ne kadardır? Hangi şartlarla ve neye dayanılarak bu tesislere tahsis edilmiştir?
4- Böyle bir tahsis varsa bunun için bir bedel tahsil ediliyor mu? Kaç lira bedel üzerinden su veriliyor?
5-Komşu bahçelerden alınan sular için sadece bahçe sahibinin rızası yeterli midir? Bunun dışında da bir izin gerekli midir?
6-Söke’nin yer altı sularında, özellikle bu tesislerin yapımından sonra aşırı derecede seviye düşüşleri tespit edilmiş midir?

Yukarıdaki sorulara mutlaka cevap verilmelidir. Seçilmişler de, atanmışlar da yetkilerini milletten alırlar. Bizim bu soruları sorarken ve ısrarla bu konuyu gündemde tutarken tek düşüncemiz mensubu olduğumuz yüce milletimizin hak ve hukukuna sahip çıkma çabasıdır. Buna hakkımız da vardır. Cevap vermek ve milleti bilgilendirmek de yöneticilerin sorumluluğudur.
Efendim, bu konu benim gündemimden hiçbir vakit çıkmayacak. Yani “yazar, yazar, sonunda usanır” şeklinde bir düşünce varsa yanlış olduğunu peşinen söyleyeyim. Sorularımın cevabını bulana kadar bu yazılar sürecektir. Sorularımın cevabını başka kaynaklardan da araştırıyorum. Her bulguyu ve bilgiyi sizlerle paylaşacağım

http://www.sokeekspres.com/Makale/3070-bu-kaynaklar-yetmis-milyonun-malidir.aspx

24 Mayıs 2012 Perşembe

Ecevite Darbe Girişimi

Mücahit Pehlivan'ın anlattıklarıyla Recai Birgün'ün İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde verdiği ifade örtüşüyor.

Birgün, mahkemede Ecevit'in 2001 yılındaki hastalığı ve Başkent Üniversitesi'nde uygulanan tedavi süreciyle ilgili şu bilgiyi vermişti:
"İzinli olduğum bir dönemde Ecevit sırtında oluşan ağrı nedeniyle Başkent Üniversitesi Hastanesi'ne götürüldü.
Hastaneye bir süre sonra gittim, orada Mehmet Haberal ile tanıştım. Ecevit, yapılan müdahalenin ardından evine gönderildi.
Daha sonra göğüs bölgesinde ağrı oluştu. Yine aynı hastaneye kaldırdık. Hastanede 10 gün kaldık. Daha sonra da omurgada çökme meydana geldi. 8 ay daha hastanede kalmamız gerektiğini söylediler. Çökmenin felç ya da ölümle sonuçlanabileceğini belirttiler. Omurga çökmesine müdahale yapılmayacağını söylediler. Ayrıca dinlenmesini de tavsiye ettiler. Bu 8 aylık süreci hastanede geçirmemiz tavsiye edildi. Hastanede tedavi olmayacağından eve geldik. Bu sırada doktorlar eve muayeneye geliyordu. Kıpırdamamasını ve hareket etmemesini söylüyorlardı. O dönemde Ecevit'in hastanede yatması medyada geniş yer tuttu. Öldüğü şeklinde asılsız haberler bile yapıldı. Beyefendi yazılanlardan çok rahatsız oluyordu. Dışarıya çıkmak istiyordu ancak doktorlar izin vermiyordu. O dönemde MGK, Bakanlar Kurulu ve Kıbrıs zirvesi yapılacaktı. Ecevit bu üç toplantıya katılmak istiyordu. Doktorlar gelip muayene ettiler. Doktorlar, bu toplantılardan bir gün önce yapılan muayenesinde de beyefendiye bu toplantılara katılabileceğini söylediler. Ama toplantıya gitmeden önce sabah muayene etmek istediler. Sabahki muayenede ise 'Siz kıpırdamışsınız.' diyerek, katılmamasını tavsiye ettiler. 1 gün önce 'iyisin', sabah gelince de 'kıpırdamışsın, his kaybı olmuş' deyince Rahşan Hanım ve ben şüphelendik. Benim yakın arkadaşım olan ortopedist Mücahit Pehlivan'dan bahsettim ve kabul ettiler. Basın mensupları kapının önünde 24 saat nöbet tuttukları için Mücahit Pehlivan'ı gece yarısı eve soktuk. İlk muayenesini elle yaptı. Bir çökme rahatsızlığı olduğunu ama bu durumun geçmiş olduğunu söyledi. Yürüyebileceğini, bir sıkıntı olmadığını söyledi. Daha sonra da özel bir poliklinikten temin ettikleri seyyar röntgen cihazlarını gece vakti eve soktuk. Film çekildi ve buna göre de çökmenin düzeldiği, riskli bir durumun bulunmadığı söylendi. Bunu Bülent Ecevit'e söyledik. Kaba bir korsemiz vardı. Korseye gerek yok, dediler ama biz daha ince bir korseyle günlük yaşamımıza devam ettik."

Sol ve kimlik


  Etyen Mahçupyan

Sol ve kimlik

Mağduriyetin sol açısından neredeyse kurucu bir kimlik unsuru olmasının nedeni, mağduriyetin bir 'ilişki' olması ve asimetrik güç dengesini kanıtlamasıdır.

Böylece solun niçin otoriter zihniyete ve çatışmacı bir siyasete kaydığını açıklayabilmek mümkün olmakta. Ancak arada deterministik bir bağ yok. Diğer bir deyişle her ezilen otoriter zihniyete kaymadığı gibi, her otoriter zihniyetteki kişi veya grup da eline silah almıyor. Dolayısıyla burada solun içinden gelen, sola ait olan bir dürtüden söz etmek durumundayız.
1 Mayıs tartışmasının en ilginç yönlerinden biri, polisin ateş açtığını görmediği halde varsaymayı doğal sayanların, kendi etraflarında ateş ettiğini gördüklerini yok sayabilmeleri. Gerçekliği 'değiştirmeye' bu denli yatkın olmanın muhakkak ki psikolojik bir nedeni var. Aksi halde bunca kişinin birlikte 'unutması' mümkün olmazdı. 1 Mayıs'ın özelliği, Deniz Gezmiş'le birlikte neredeyse dinsel bir sembol haline gelmesi gibi gözüküyor. Başka olaylara ilişkin daha çeşitlilik ve açıklık sergileyen solcuların bu iki konuda bir tür 'temiz görünüm' peşinde koşmalarının muhtemel nedeni bu... Çünkü siyasî enerjisi olmakla birlikte siyasete nüfuz edemeyen bir eylemciliğin kendisini ayakta tutmasının belki de tek yolu cemaatleşmesi ve bunu taşıyacak anlatıları ve ritüelleri yaşatmasıdır. 1 Mayıs ve Gezmiş ise, cemaati pekiştiren bir duygusal zemin yaratmanın ötesinde, salt kendi kimliğine yönelik bir cemaatsal vicdanın oluşmasına da benzersiz bir katkı sunmakta. Bu vicdanın baktığı yer makro haksızlık ve eşitsizlikler olmakla birlikte, esas işlevini cemaatin içeriden inşa edilmesinde icra ediyor. Ortak bir geçmiş ve acı üzerinden üretilen bu tür vicdanî semboller, her solcu için solu tarif edilebilir bir duygusal zemine oturturken paylaşılan bir kimliğe de göndermede bulunuyor.
Ne var ki bu içeriden beslenme ve kimliğin iç telkinle pekişme hali, aynı zamanda içe kapanan bir psikolojiye de karşılık gelmekte. Otoritenin ve çevrenin baskıdan anlayışsızlığa uzanan kuşatması altında, içe kapanmak kendini korumanın, ayakta kalmanın, 'nefes almanın' da yolu... Aslında bu istenen de bir durum. Parçalanmak ve küçülmek solu siyaseten etkisizleştirse de, sol kimliği taşıyan kişinin kendisine bir dünya yaratmasını ifade ediyor. Söz konusu küçülen dünyalar hem kaçınılmaz olarak mağduriyet duygusunu pekiştirip bir kader algısına dönüştürüyor hem de solcu grupların siyasî sorumluluğunu kendi gözlerinde asgari düzeye indiriyor. Böylece hem yanlışları gören ve doğruları bilen hem de bu konuda sorumlu tutulmayacak olan bir ideolojik taşıyıcılık üretilebiliyor. Solcular sokaklarda dünyanın sonunu vazeden kâhinler misali, konuşuyorlar ama yoldan geçenlerce dinlenmiyorlar.
Psikolojik açıdan zorlayıcı olan bu durumun nasıl rasyonalize edildiğini mağduriyet ve apolitiklik arasındaki ilişkide görmek mümkün. Siyaset üzerinde böylesine etkisiz olmanın kendisi açık bir mağduriyet olarak yaşanıyor. Buna karşılık mağduriyet bize solun niçin böylesine etkisiz olduğunu anlatıyor. Başka bir ifadeyle mağduriyet ve apolitiklik aslında bir bütün... Mağduriyet büyüdükçe ve ona sığınıldıkça, apolitik olma hali de doğallaşıp meşruiyet kazanıyor. Böylece solun dünyayı değiştirme misyonu anlamını yitiriyor ve arka plana itiliyor. Şimdi solun misyonu, bu zalim sistem karşısında kendisini var etmek ve yeniden üretmekten ibaret. Dolayısıyla cemaat oluşturmak, cemaatin duygusal zeminini korumak ve buradan ortak bir vicdan üretmek hayati uğraşlar haline geliyor.
Dünyanın ve düzenin değişmesi bir büyük yıkıma ertelenirken, 'değiştirme' sorumluluğundan da kurtulunmuş oluyor. Bu bağlamda şiddet kritik bir role sahip: Çünkü şiddet sistemin şiddetini davet ettiği ölçüde mağduriyeti artırıyor ve siyasetin çeperine savrulmayı kabul edilebilir kılıyor. Şiddet solcu tahayyülde apolitik olandan politik olana geçişi ima ediyor ama aslında solun bizzat siyasete yabancılaşmasına neden oluyor. Ancak bu da istenen bir durum... Çünkü böylece karşımıza idealize edilebilen, kimliksel açıdan son derece rahatlatıcı bir solculuk çıkıyor.
Apolitik bir konuma sıkışmanın yol açtığı sorumsuzluk hali, nihayette her koşulda 'temiz' kalabilen bir solcu kimliği üretiyor. Kendi gözünde ahlaklı, tutarlı ve her daim doğru olmak, solcuyu dünyevi mülahazalardan arındırıyor. Olguların iç çelişkileri yaşanmakta olan 'esas' çelişki karşısında anlamsızlaşıyor, doğrunun gururlu neferi olma statüsü gerçekliği anlamanın önüne geçiyor. Ve bu durum özeleştiriyi, kendine bakma potansiyelini neredeyse tümüyle yok ediyor... Çünkü solculuk bir temiz kimlik olarak üstleniliyor ve günahsızlaştırılıyor.
Nitekim sol içindeki hiçbir eleştiri fazla derine gitmiyor, bu türden eleştirel bir bakışa heveslenenler ise solcu sayılmıyor... Bugün Türkiye'deki sol kimliğin temelinde ideoloji değil, psikolojik ihtiyaçlar ve cemaatin korunması kaygısı var. İleriye dönük söyleyeceği belirsizleştiği ve kendisini dinleyen de kalmadığı için, geçmişe, geçmiş içindeki kendisine bakan ve onu temiz tutmak isteyen bir kimlik artık sol...
e.mahcupyan@zaman.com.tr 

24 Mayıs 2012, Perşembe

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Lağımcı gazeteciliği ve akademik özgürlük

AHMET İNSEL - ahmet.insel@radikal.com.tr
01/05/2012



Merkezi Londra’da olan Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) ‘Çatışmalarda Medyanın Rolü’ konulu yuvarlak masa toplantısı 28 Nisan’da Galatasaray Üniversitesi’nde yapılacaktı. Yapılamadı. Daha doğrusu orada yapılamadı. Başka bir adreste aynı katılımcılarla aynı tarih ve programla toplantı yapıldı. Nedeni, tam da yuvarlak masa toplantısının konusu olan medya aracılığıyla tetikçilikti. Bu vesileyle aktif manipülasyon, bunun baş döndürücü bir hızla sosyal medyada yarattığı çarpan etkisi, kurumun üzerinde hızla oluşan yakın çevre baskısı ve buna karşı direnme gücünün ne kadar zayıf olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Konu ilginç ve önemli olduğu için benim davetim üzerine geçen öğretim yılında, gene Galatasaray Üniversitesi’nde aynı kuruluşun düzenlediği, ‘çatışmalı toplumlarda anayasal süreçler’ konulu üç yuvarlak masa toplantısı yapılmıştı. Ayrıca bir uluslararası konferans düzenlemiştik. Bu toplantıların kayıtlarını daha sonra internet sitesinde yayımlıyorlar.

Ankaralı temsilcinin kulağına fısıldadılar
Bu yıl da medyanın rolünün ele alınacağı toplantının üniversitemde yapılmasını önerdim. Üniversite yönetimi hemen kabul etti. DPI; birkaç milletvekili, birkaç akademisyen ve ağırlıklı olarak gazetecilerden oluşan otuz civarında katılımcı öngörmüştü. Yuvarlak masa toplantılarında âdet, katılımcı sayısının sınırlı tutulmasıdır. Geçen salı günü, işlevi ve konumunu Türkiye’de herkesin gayet iyi bildiği bir gazetenin Ankara temsilcisi, “PKK toplantısı Galatasaray Üniversitesi’nde yapılıyor” konulu bir haber yaptı. Toplantı ilanı verilmemişti. Demek ki birileri bu kişinin kulağına fısıldamıştı.
O gün, rektöre birkaç ay önce bazı gazete köşelerinden DPI hakkında başlatılan karalama kampanyasını anlattım. Bir sorun olmadığı konusunda hemfikirdik. Perşembe günü öğleden sonra, söz konusu haberi yapan kişiyle rektörün yaptığı telefon görüşmesinin gazeteye aktarılan kısmını okudum. Durum trajikomik bir hal almıştı. Toplantının başka bir yerde yapılmasını önermeye karar verdim. Rektör memnuniyetini ifade etti. DPI da elbette kabul etti. Üniversiteye, ‘düzenleyicilerin toplantı yerini değiştirme kararı aldıklarını’ ilan etmesini önerdim. Çünkü yönetim toplantıyı yasaklamamıştı, toplantının huzur içinde yapılması için başka yere taşınmasını düzenleyiciler önermişti. Ama üniversite yönetimi, “DPI adlı kuruluş tarafından 28 Nisan 2012 tarihinde üniversitemizde bir toplantı düzenlenmesi söz konusu değildir” şeklinde bunu duyurmayı tercih etti. Yani böyle bir toplantının üniversitede düzenlenmesinin ‘söz konusu olmadığı’ ilan edildi. Cazgırlığa karşı son dik durma fırsatı da heba edildi.

Kara propaganda
Gelelim yapılan gazetecilik faaliyetini tanımlamaya.. Osmanlıcada lağımcı, kuşatma sırasında yeraltından tünel kazan askerlere verilen addır. Daha sonra askeriyede bu sınıfa istihkamcı dendi ve kelimenin sadece diğer anlamı kullanılır oldu. Sanırım, Türkçede bazı gazetecilik faaliyetlerini tanımlamak için kullanabileceğimiz uygun iki anlamlı bir kelime bu: Lağımcı gazeteciliği. Bu, on yıllardır bildiğimiz bir gazetecilik türü. Bunun en güçlü örnekleri, devletin apoletli ve apoletsiz istihbarat bürokrasisinin güdümünde yapılanlar. Kara propaganda yöntemlerinin kullanıldığı, dönemine göre mecra değiştiren, yeraltından beslenen, kirli gazetecilik türü. İşi açıkça tehdit etmeye kadar götürmekten sakınmıyor. Gizli ve yasadışı ortam dinlemeler ve benzeri her türlü lağımcılık yöntemlerinden elde edilenleri kullanıyor. Örneğin, toplantının başka yerde yapıldığını ya elektronik postaları izleyenler ya da telefonları dinleyenlerden hemen öğrenip, ardından “PKK toplantısı iptal ama hesap bitmedi” diye haber yapıyor. “Böyle bir toplantıda sorumluluğu bulunanlar, terör örgütüne yardım ve yataklık suçu işlemiş olurlar” hükmünü verip, ardından, “Örneğin Büşra Ersanlı, bugün tutuklu bulunuyor” diyerek, ‘haber aldığı’ çevrelerin tehdit mesajını iletme görevini yerine getiriyor.

Yasak çözüm mü?
Lağımcı gazeteciliğinin Türkiye’de aktif manipülasyon konusunda etkili olmasına karşı yasaklar mı koymak gerekir? Zannetmiyorum. Demokrasinin temel direklerinden olan ifade özgürlüğü ilkelerine sadık kalarak, bunları yapanları teşhir etmek ve bu pis kokulu faaliyetlere aldırmadan, asli demokratik değerleri, dik durarak, sakin bir kararlılıkla savunmaya devam etmek yegâne çaredir. Lağımcı gazeteciliği bir kesime özgü değildir. Somut örnekte olduğu gibi, İslami basının bir parçası olan bu tür gazete ve internet sitelerini, ‘mahallemizin haylaz ve arsız çocukları’ muamelesi yaparak, sessiz biçimde geçiştiren, “Bir gün bir yerde lazım olur” düşüncesiyle arada başını okşamayı ihmal etmeyenlerin de bir sorumluluğu var bu cenahtaki lağımcı gazeteciliğinin gelişmesinden.
Bu toplantının öngörüldüğü gibi üniversitede yapılamamış olması nedeniyle Türkiye’de akademik özgürlük bir yara daha aldı. Üzülmemin yegâne nedeni bu. Geri kalanı Türkiye’nin kadim ahval ve şeraitidir. Gücümüz yettiğince mücadele edeceğiz.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Abdülhamid, İttihatçılar ve Kissinger!

Türkiye'de Suriye'ye karşı kamuoyu öfkesinin her gün biraz daha kabartıldığı kritik bir süreçten geçiyoruz.

Ortada bir belirsizlik var, bir yandan Suriye nerede sona ereceği bilinmeyen bir iç savaşa giderken, diğer yandan birileri Türkiye'yi ateşin içine atmaya çalışıyor. Bu ateşin Suriye, Lübnan, Irak ve İran'ı içine alacak kadar kapsamı geniştir.

600 yıllık koca Osmanlı devletinin çökmesine birinci derecede sebep olan İttihatçılar, Alman-Prusya subaylarının provokasyonuna gelmişlerdi; akılsızlıkları, basiretsizlikleri yüzünden Osmanlı dağıldı. Farazidir, ama o günün somut verileri ışığında baktığımızda eğer Abdülhamid tahtta kalsaydı, Osmanlı belki ağır hasar alırdı, ama dağılmazdı. Abdülhamid, mümkün mertebe devletin ömrünü uzatıp bu arada modernleştirme programlarıyla sistemi takviye etmeye çalışırken, başına çorap örecek tehditlere yeterince dikkat etmedi. Said Nursi'den Elmalılı'ya ve Mehmet Akif'e kadar İslamcılardan kimseye kulak asmadı, sonunda tahtından oldu, devleti İttihatçı çeteye teslim etti. Dindardı, İttihad-ı İslam'dan yanaydı ama sonunu getirenleri dinliyordu.

Maalesef bugün de geçen yüzyılın -üstelik ilk çeyreğindeki gibi- devleti yıkıma götüren İttihatçılarının ideolojik ve siyasi torunları dış politika üzerinde belli belirsiz etkinlik sağlamak suretiyle Türkiye'yi aynı maceraperest heveslerle ateşin içine atmak istiyorlar. Buna kendine aşırı güven ve kibre kapılmış olanlar da eklenince, Türkiye'yi Saddam'ın Irak'ı pozisyonuna düşürmeye çalışanların planları daha kolay işler hale gelmektedir.

Oysa olup biten görünenden ibaret değildir.

10 Nisan tarihli yazısında Yeni Şafak'ta Salih Tuna, Amerikalı emekli Orgeneral Wesley Clark'ın şahitliğinden hareketle 2001'den beri ABD ve Anglosakson ittifakının Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan ve İran'ı işgal etmeye karar verip buna göre bölgesel stratejiler ve politik taktikler geliştirdiklerini yazdı. Benzer bir bilgi geçenlerde ünlü yazar Abdülbari Atwan'dan da gelmişti. Atwan şöyle yazıyordu: "Eski Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın açıklamalarına göre savaş petrol alanlarında odaklanacak ve yedi İslam ülkesi işgal edilecek." (Eş Şarku'l Evsat'tan Yeni Şafak, 13 Şubat 2012.)

Zaman Gazetesi için yazı kaleme alan Genevieve Cora Fraser, 1980'lerde başlayan ve 1 milyon insanın hayatına mal olan İran-Irak savaşıyla ilgili Kissinger'ın şöyle dediğini aktarır: "Bizim politikamız onların birbirini öldürmelerini sağlamaktı." Fraser devam eder: "Aynı Amerikan politikasının bugün de uygulandığı aşikar ve bunu gerçekleştirmek için Anglo-Amerikan güçleri kadar İsrail ve diğer müttefikleri de yakınlarda bir yerlerde konuşlanmış olmalılar ki gerektiğinde yardıma koşabilsinler..." (Zaman, 29 Ekim 2006.)

Pekiyi, bu kombinezonda bizlerin, yani Türkiye'nin rolü ve konumu nedir? İsterseniz yine Henry Kissinger'a müracaat edelim. Geçen ekim ayında İstanbul'da konferans veren Kissinger, ABD'nin dominant olduğu bölgede biraz geri çekildiğini belirttikten sonra şöyle diyordu: "Ama (Amerika'nın) yok olduğunu da varsaymak yanlış olur. Amerika'nın hâlâ çıkarları var. Bence ABD sonuçta toparlanacaktır, burada Türkiye'nin oynayabileceği çok önemli roller var. Suriye'de bazı çabalar gördük. Nükleer silahların yayılması konusunda Türkiye ve ABD'nin paralel çıkarları var. Füzesavar sistemi de İran'a yöneliktir." (Habertürk, 13 Ekim 2011.)

Anglosakson ittifakın yol haritası ortada. Yedi İslam ülkesi işgal edilecek. Ve Türkiye bu bölgesel büyük operasyonda işgalcilerin yanında yer almaya zorlanacak. Bunun bir vehim veya üretilmiş bir komplo olmadığını Afganistan, Irak ve Libya'dan anlıyoruz. Suriye ve İran sırada. Hiçbir işgal, hakim kuvvetlerin o ülkeye girmesiyle sona ermiyor. İçine aldığı toprakları cehenneme çeviriyor, bütün yapı taşlarını yerinden ediyor ve bir süre sonra işgalciler pılını pırtısını toplayıp gitse bile geriye mezhep ve etnik çatışma bırakıyor. Umarım Abdülhamid'in hatasına düşmeyiz; Kissinger'ın provokasyonlarına ve İttihatçıların macera heveslerine kapılıp tarihi tekerrür ettirmeyiz.

Ali Bulaç

a.bulac@zaman.com.tr

12 Nisan 2012, Perşembe

17 Nisan 2012 Salı

27 Mayıs, Kürtler ve Şark Islahat Planı Kararnamesi

Ümit FIRAT
İstanbul - BİA Haber Merkezi
26 Mayıs 2008, Pazartesi

27 Mayıs darbesi olduğunda ortaokul üçüncü sınıftaydım ve henüz Türkiye'de olup biten şeyleri, nedenlerini vs. sorgulayıp değerlendirecek durumda değildim.

Ama fazla zaman geçmeden ve günlük hayatımızdaki bazı değişikliklerle nedenlerini kavrayamasak da sonuçlarını görmeye başladık.

Bu darbeyle Kürtler için bir hayli "yenilik" ve uygulamalar da getirildi. İsyan ve ayaklanmalar sonrası uygulanan etkili ve sert politikalara bir süre ara verilmiş; bir süredir biraz da olsa sakinleşmiş olan bölgede bazı kıpırdanmalar olabileceğine dair algılar gelişmişti. Ülkeyi bir uçurumun kenarından kurtaran kurtarıcılar böyle hissediyorlarmış.
1925 Şark Islahat Planı Kararnamesi

İlk olarak 24 Eylül 1925 tarihli ve "Gayet mahremdir" ibaresi taşıyan Şark Islahat Planı Kararnamesi ile iki madde uygulamaya kondu:
"Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan bervech-i âtî Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Behinsi (Besni), Arga (Akçadağ), Hekimhan, Birecik, Çermik, vilayet ve kaza merkezlerinde hükûmet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilâtta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evâmir-i hükûmete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler." (Madde 13)

"Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemahal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır." (Madde 16)

Nitekim bu takıntı 12 Eylül 1980 darbecilerinde de devam etmiş, bu kez de 19.10.1983 tarih ve 2932 sayılı "Türkçe'den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun"un 2. maddesinde de "Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dilde düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır" hükmü konulmuştu.
"Vatandaş Türkçe Konuş"

Tekrar konumuza dönersek, bu hükümlerde de açıkça belirtilmesine rağmen başaramadıkları ve her nasılsa 1930'lu ve 40'lı yıllarda akıl edemedikleri bir şeyleri hemen uygulamaya koydular ve bu kez "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyası ile cadde, sokak, kapı, duvar v.s. ne bulurlarsa her tarafa afişler yapıştırdılar.

Köy ve mıntıka isimlerinin Türkçe olmayanları, "Milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen, kamuoyunu inciten adların değiştirileceği" hakkında 1587 sayılı bir kanun çıkarıldı. Sonra da her nasılsa Türkçe olan belki birkaçı hariç olmak üzere, hemen hemen tümünün isimleri değiştirilerek uydurulan bir takım Türkçe adlarla değiştirildi.

Keza aynı kararname Madde 14'te de "Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek (benzemek) üzere olan bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur, gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak (gösterilerek) mükemmel kız mekteplere rağbetlerinin suveri adîde (fazla miktarda) ile temîni lazımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstacalen (acil olarak) leyli iptidailer (yatılı ilkokullar) açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır."

Bu hükümden de beklenen netice alınamamış olmalı ki bu kez bölgedeki Kürt çocukların daha hızlı ve sistemli bir asimilasyona sokulabilmesi için 5 Ocak 1961 tarihli ve 22 sayılı bir yasa çıkarılarak 60 civarında Yatılı Bölge İlkokulu açıldı.
27 Mayıs'ın ürünleri

Yine 27 Mayıs askeri darbe döneminin ürünü olarak 1961 Anayasası ile Türk, Türk Milleti, Türk Devleti gibi kavramlar birçok maddede öne çıkarılmış; önceki Anayasada "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" hükmü Madde 4 ile "Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir" biçiminde değiştirilmiş; Madde 54'te ise vatandaşlık tanımında da "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" gibi tanımlamalar getirilmiştir.

Darbe sonrasında "Doğu'daki vaziyetin çığırından çıktığı" iddia ediliyordu. Demokrat Parti (DP) içersinde bir Kürdistan Hükümeti tesis etmek üzere çalışmalar yapılıyormuş. 27 Mayıs sabahında Silvan'da ilk iş olarak bir evin çatısına Türk bayrağı çekilmiş ve bunu da "Biraz daha geç kalsaydık, Türk vatanı elden gidecekti" diye açıklamışlardı.

Milli Birlik Komitesi, 1 Haziran 1960'ta yani darbeden sadece dört gün sonra birçoğu çevrelerinde saygınlık kazanmış ve aralarında Faik Bucak'ın da bulunduğu 485 Kürt şahsiyetini gözaltına alıp Sivas'ta bir sürgün kampında topladı.

19 Ekim 1960'ta da bir sürgün kanunu çıkararak bu 485 kişiden kendileri için daha tehlikeli görülen ve yasal olarak hiçbir suça karışmamış olan 55'ini Sivas'tan alarak, Antalya, Burdur, İzmir, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum, Denizli vilayetlerinde sürgüne tabi tuttu.
Bakanlık Kürtleri inkar eden bir kitap yayımladı

Milli Eğitim Bakanlığı, M. Şerif Fırat'ın "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli, hiçbir bilimselliği olmayan ve sadece Kürtlerin inkarını amaçlayan "kitabı" Cemal Gürsel'in "Sunuş" yazısı ile yeniden yayınladı.

Cemal Gürsel yazdığı Sunuş'ta "…Bugün Milli Eğitim Bakanlığımızca ikinci baskısı yapılan bu eserin, bütün Türk aydınları tarafından okunması büyük faydalar sağlayacaktır. Çünkü bu eser, Doğu Anadolu'da oturan, Türkçe'ye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk'ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın, su katılmamış Türk olduklarını bir kere daha ispat etmektedir. Hem de inkarına imkan olmayan delillerle."

Muhafazakar çevreler darbeyi alenen kendilerine karşı olması nedeniyle onaylamazken, solcu ve Kemalist çevreler çevreyi desteklediler. Eski sol anlayış ve değerlendirmelerden uzaklaşan ve son yıllarda hiçbir askeri darbenin meşruiyet ve haklılığı olmadığını savunan insanların giderek artıyor olması Kürtler açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.
"27 Mayıs'ı maaşını az bulan subaylar yaptı"

Dolayısıyla, 27 Mayıs darbesini yapanların "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır" biçimindeki darbe gerekçelerini ciddiye alınacak hiçbir dayanağı yoktur.

Darbeyi, silahlı kuvvetler içersinde değişik rütbeli subaylarca kurulmuş bir çetenin iktidar gaspı ve askeri vesayet rejiminin kurumlaşması olarak değerlendirmek gerekir.

Tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık'a göre ise, "27 Mayıs'ı, maaşını az bulan subaylar yaptı". (ÜF/GG)

13 Nisan 2012 Cuma

Roni Margulies, 11 Nisan 2012, taraf Gazetesi.

Önce şaşırır.

Anayasa referandumu sırasında “Hayır” oyu çıkması için çabalayan bir kesim solcunun, yani Evren’in yargılanmasını engelleyen Geçici 15. Madde’nin kaldırılmasına karşı çıkanların şimdi mahkeme salonu önünde gösteri yapmasını biraz garip bulur.

“Bu hükümet Evren’i ve 12 Eylül’ü yargılamayacak, hiç niyeti yok, referandum bir kandırmaca, zaten zamanaşımı nedeniyle yargılanamaz” diyenlerin, şimdi “Pardon, yanılmışız, halt etmişiz” demeye gerek bile duymadan davaya müdahil olmasını biraz garip bulur.

Sonra bu müdahillerin, örneğin eski Dev-Yol lideri, şimdiki ÖDP’nin ruhu olan Oğuzhan Müftüoğlu’nun bu garip durumu nasıl izah ettiğini okuyunca hepten şaşkınlığa kapılır.

“Referandum’da Geçici 15. Madde’nin oylanmadığını, niyetin başka bir şey olduğunu artık bu ülkede yaşayan aklı başında olan herkes biliyor.. Benim müdahil olmama gelince, biz orada yaşanan tiyatroyu bozmak için mahkemedeydik” demiş Müftüoğlu.

Allah Allah! Madem tiyatro, niye katılıyorsun? Katılarak nasıl bozmuş oluyorsun tiyatroyu?

“Davanın açıldığı günden bu yana bu davanın 12 Eylül darbesi ile hesaplaşamayacağını açıkça söyledik.. 12 Eylül cuntasının aslen emekçilere, devrimcilere ve tüm halka karşı yapıldığını görmeniz gerekir. Eğer süreci böyle algılarsanız yargılamayı ve hesaplaşmayı 12 Eylül zihniyetinin ürünü olan AKP’nin değil, yeni devrimci bir kurucu iradenin yapabileceğini anlarsınız” demiş Müftüoğlu.

Allah Allah! Yeni bir devrimci kurucu irade oluşmak üzere de bizim haberimiz mi olmadı? Yok, hemen haftaya oluşmayacaksa bu yeni devrimci irade, onu beklerken neler yapmamızı önerir acaba Müftüoğlu?

Kenan Evren’i yargılamayalım, çünkü yeni devrimci iradeyi bekliyoruz, o yargılayacak.

Ergenekoncuları, JİTEMcileri, faili meçhul cinayetler işleyen katilleri, Hrant’ın katillerini yargılamayalım, çünkü yeni devrimci iradeyi bekliyoruz, o yargılayacak. Hatta Veli Küçük’ü, Şener Eruygur’u, Çetin Doğan’ı derhal salıverelim, yeni devrimci irade oluşmadan önce tutuklandıkları için özür dileyelim. Zavallı Küçük beş yıldır haksız yere hapis yatıyor.

Yeni devrimci irade oluşmadan Kürt sorununda barış filan da olmaz. Barış talebinden vazgeçelim, devrimci iradeyi bekleyelim, barışı o getirir.

Emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında herhangi bir iyileşme, sendikal haklarında herhangi bir gelişme talep etmek de anlamsızdır. Bırakalım böyle talepleri, bu talepler için mücadele etmeyi. Devrimci irade ortaya çıktığında bu meseleler de çözülür. Bekleriz.

Anlaşılan, insan “keskin sosyalist” olunca ufak tefek işlerle ilgilenmez, sadece devrim için mücadele eder. Ama herkesin ilgilendiği, somut, güncel işlerle ilgilenmeden devrim için mücadele etmek ne demektir, ne anlama gelir, bunu anlamak zor.

Bir de şöyle demiş Müftüoğlu:

“12 Eylül darbesinin gerçek başarısı burada yatıyor. Başlayan ve biten bir süreç değil, yukarıdan aşağıya toplumun her gözesine nüfus eden bir süreç oldu. Toplumu felç etti. Bu yüzden 12 Eylül Türkiye halklarına karşı işlenen bir suçtur. Vatana ihanettir ve onunla yargılanmalılar.”

Allah Allah! Yine şaşıracaktır “normal” insan.

Düşünecektir, “Karl Marx değil miydi ‘İşçi sınıfının vatanı yoktur’ diyen?”

Merak edecektir: “Sosyalist olduğunu iddia eden bir adam ‘vatana ihanet’ kavramını nasıl kullanabilir? Sosyalistlerin bu tür kavramlara yabancı olması gerekmez mi? Acaba bu Müftüoğlu sosyalizmden ziyade milliyetçiliğe, Kemalizm’e yakın olmasın? Generallerin yargılanmasından bu nedenle mi rahatsız oluyor acaba?”



Roni Margulies, 11 Nisan 2012, taraf Gazetesi.

ronmargulies@btinternet.com