29 Ekim 2014 Çarşamba

Adını Cumhur(iyet) koyduk - Oya Baydar

Bir 29 Ekim günü, Mustafa Kemal Ankara’da mütevazı bir binada göbeğini kesip adını koyduğundan bu yana 91 yıl geçmiş. Dört kuşak; altısı asker kökenli, ikisi askerî darbe lideri on iki cumhurbaşkanı; başarılarla, yenilgilerle, acılarla, sevinçlerle, çatışmalarla uzlaşmalarla, birlik özleyip, barış konuşup ayrılmalarla, bölünmelerle geçen 91 yıl...

Bir yarımız onu: 1923 Kemalist Cumhuriyet’i çok, giderek daha çok ve tutkulu sevdi,  kendini onun gerçek sahibi saydı. O kadar çok sevdi ki öteki yarımızla paylaşmak, tümümüzün sahiplenmesine izin vermek bile istemedi. Öteki yarımız ise sahiplenemediği çocuğu benimseyemedi, sevemedi.

Kimilerimiz adlarının başına T.C. rumuzu koyup, Cumhuriyet’i inanç nesnesi sayıp, birliğin simgesi olan bayrağı ötekilerin kafasına tehdit silahı olarak sallarken kimilerimiz o bayrağı yakmaya, parçalamaya, resmî binaların tabelalarındaki T.C.’yi silmeye kalkıştı; kimileri de benim bayrağım seninkinden daha büyük diyerek bayrak yarıştırdı.

Neden hepimizin cumhuriyeti olamadı?

1923 Cumhuriyeti; çok milletli, çok etnili, çok dinli bir imparatorluğun parçalanma sürecinde Türk unsurlara dayalı bir ulus devlet projesinin yönetim modeliydi. Dönemin dünya ve bölge koşullarının, coğrafyanın özelliklerinin, çağın ruhunun, devletler arası güçler dengesinin bütün izlerini, imkânlarını ve kısıtlarını taşıyordu. Misak-ı millî sınırları içinde çoğunluk nüfus kümesini meydana getiren, ancak ulus bilincine tam ulaşmamış Türk unsurları uluslaştırma ve yeni rejime (cumhuriyete) sahip kılma mücadelesiydi. Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal’in devrimci liderliği altındaki taşıyıcı kadroları: Anadolu’yu Türkleştirme yolunda “mıntıka temizliği” ne 1910’ların ortasından itibaren başlamış olan İttihat Terakki kökenli asker-sivil bürokratlar, Batıcı ve Batılı laik elitlerdi; ilk dönemlerdeki kitlesi ise okumuş yazmış orta sınıf kent aydınları, Anadolu’da yüzyılların Sünni egemenliğine karşı laikliği sığınak olarak gören Aleviler, Sahil kesimlerinin Batı’ya yönelen sermaye sınıflarıydı. Mustafa Kemal’in ideolojik-kültürel zihniyet dünyasının (muasır Batı medeniyetine özlem, laik, pozitivist, aydınlanmacı dünya görüşü, vb.) damgasını taşıyan Türkiye Cumhuriyeti bu kadroların eseri olacak, sonraki dönemlerde asker-sivil cumhuriyet oligarşisiyle birlikte Batıcı cumhuriyetçi elitler ve destekçileri, kendilerini hep memleketin ve cumhuriyetin gerçek sahipleri, cahil halkı (yani öteki yarıyı) güdecek, eğitecek misyon sahibi  kurtarıcılar, ideolojik önderler olarak göreceklerdi.

1920’ler, 30’lar Anadolusu’nun henüz ne uluslaşmaya ne de cumhuriyete hazır olan, kapitalist pazara açılmamış, aşiret, töre, bey, ağa kıskacında içine kapalı yaşayan Müslüman muhafazakâr halk kesimleri, yoksul kitleler (ki nüfusun çoğunluğunu meydana getiriyorlardı) kendileri için ama çoğu zaman kendilerine rağmen ve zorlamayla uygulanan devrimci dönüşümlerin dışında kaldılar, kendilerine güdülecek sürüler olarak küçümsemeyle ya da acıyarak üstten bakan, değerlerini, inançlarını, kültürlerini küçümseyen, hizaya getirmeye çalışan cumhuriyet elitlerinden ve devrimlerinden uzaklaştılar.

Kemalist ideolojinin ışığında hayata geçen cumhuriyet projesi ve ulus inşaı süreci; cumhuriyet vatandaşı şablonuna uyum göstermeyen/gösteremeyen kesimleri asimile etmeye, tek tipleştirmeye, Türkleştirmeye, Cumhuriyet’in hizmetine sokmaya çalışırken kitlelerin ve siyasî mihrakların direnciyle karşılaştıkça baskıcı, otoriter, vesayetçi eğilimler ağır bastı. Geniş halk kesimleriyle Cumhuriyet kadroları ve değerleri arasında makas daha da açıldı.

Ne inkârcılık ne tapınma

Bugün 91 yaşındaki Cumhuriyet’i kendi siyasî- ideolojik konumlarımızdan değerlendirirken, toplumun içine itildiği çatışmacı ve cepheleştirici ortamda ne yazık ki inkârcılıkla tapınma arasında kalıyoruz. Oysa inkârcılık ve siyasî hasımlığın gerçekleri çarpıtan, karartan gözlükleriyle bakarsak dünü de bugünü de anlayamayız. Dünle hesaplaşıp bugünü soğukkanlılıkla, gerçekçilikle değerlendiremezsek bunca yıldır çözüleceğine dağ gibi büyüyen toplumsal-siyasal sorunlarımızla baş edemeyiz. En önemlisi de toplumumuzdaki yarılmayı, parçalanmayı, neredeyse cinnet haline varan karşılıklı husumeti engelleyemeyiz.

Kemalist Cumhuriyetin çok önemli kazanımlarını, Cumhuriyet Türkiyesi’nin bütün olumlu değerlerini benimsemek, derinleştirmek, güncellemek gerekiyor. Ama asıl mesele bu kazanımları, bu değerleri toplumun bütününe yaygınlaştırabilmek, toplumun bir bölümünün kazanımları olmaktan çıkarıp “benim cumhuriyetim”i “bizim cumhuriyetimiz” kılmak. Başarılamayan buydu: çünkü geniş halk kesimlerinin kültürleri, değerleri, inançları, kimlikleri, varlıkları otoriterlikle, vesayetçilikle, asimilasyonist baskılarla, tekleştirme/Türkleştirme zorlamalarıyla, toplumsal yapıyı hesaba katmayan pozitivist ve baskıcı bir laiklik anlayışıyla bastırılıp yok edilmeye; mozaik değil mermer bir toplum yaratılmaya çalışıldı. Ve tabii geri tepti.

1920’lerin, 30’ların koşullarında, ulus devletin kuruluş sürecinde, o çağın dünyasında başka türlüsü mümkün müydü? Düşünmek, tartışmak gereken önemli bir soru; ama en azından II. Dünya Savaşı sonrasında, 1950’ler dünyasının ve Türkiye’sinin koşullarında pekâlâ mümkündü. Bir ayağı Kemalist toplum projesine sıkı sıkıya basan tekçi devlet ideolojisi; asker-sivil bürokratik oligarşinin darbeci vesayetçi tutuculuğu, kendilerini halkın üstünde, ülkenin tek sahibi sayan/sanan Cumhuriyet seçkinlerinin ideolojik egemenliği 23 Cumhuriyeti’nin demokratik cumhuriyete dönüşmesini, başka bir deyişle devletin demokratikleşmesini engelledi.

Demokratik cumhuriyet umudu yok mu?

Yıllar geçiyor, çağın ruhu, dünya ve dünya ile birlikte Türkiye de değişiyordu. 1950’lere doğru toplum kabuklarını kırmaya, dipten gelen dalgalar 23 Cumhuriyeti’nin imtiyazlı siyasal sınıfını sarsmaya başlamıştı. Çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte ilk seçimlerde Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, asker-sivil oligarşi ve destekçileri açısından “karşı devrim”di. Nitekim 27 Mayıs 1960’ta “Yeter! Söz milletindir” diye iktidara gelen Demokrat Parti Hükümeti geleneksel iktidar sahipleri tarafından darbe ile alaşağı edildi.
devamını okumak için tıklayınız


27 Ekim 2014 Pazartesi

100 yıl önce bugün yaptığımız yoksullaşma seçimi - Akdoğan Özkan

Türkiye bundan 100 yıl önce bugün, yani 27 Ekim 1914’te, bulunduğumuz coğrafyada dramatik etkileri hâlâ hissedilen I. Dünya Savaşı’na girdi. Öyle müdafî bir pozisyon alarak falan da girmedi harbe! Basbayağı mütecaviz bir tutumdu bizimkisi.

Osmanlı donanması ortada kendisine yönelik herhangi bir saldırı veya işgal yokken, 26 Ekim’de Odessa, Sivastopol, Feodosiya ve Novorossisk gibi Rus limanlarını ve oralardaki Rus donanma gemilerini bombalama emrini aldı. Savaş gemilerimiz 27 Ekim 1914 tarihinde “tatbikat” gerekçesiyle Haydarpaşa Limanı’ndan ayrılarak Karadeniz’e açıldı. Ve iki gün sonra da, yani 29 Ekim 1914’te yukarıda saydığım Rus limanlarını bombaladı.

2 Kasım’da Rusya, bir kaç gün sonra da İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş ilan etti. Ama tabii biz, savaşa ya yedi düvelin saldırı ve işgallerine maruz bırakıldığımız için ya da bir adamın (Enver Paşa’nın) bütün bir ülkeyi peşinden sürükleyen maceracı adımlarından ötürü girdiğimize inandırıldığımız için ortada muhasebesi yapılacak, hataları ayıklanacak bir dönem görmeyiz.

Zaten biz tarih okumasına “Kurtuluş Savaşı” ve sonrasından başlarız. O okuma da bizi getire getire, “ayağına giyecek çarığı bile olmayan çok fakir insanların ülkesiydik, yurdu düşmanlardan temizleyip kalkınma hamlelerine giriştik” falan gibi bir noktaya getirmiştir.

devamını okumak için tıklayınız


21 Ekim 2014 Salı

Yolsuzluklar ve yurttaş haysiyeti AHMET İNSEL - 21/10/2014

Michael Hardt ve Antonio Negri, Declaration başlığı taşıyan ve 2012’de yayımlanan kitapçıklarına alt başlık olarak Bu bir manifesto değildir ifadesini seçmişler. Kitapçıkta içinde bulunduğumuz krizin dört öznellik figürünü ele alıyorlar. Bunlar, borçluluk, medyalaşmak, güvenlilik ve temsil edilir olmak.Medya ve özellikle yeni sosyal medya üzerinden siyasallaşma ve toplumsallaşma çabalarıyla ilgili olarak şöyle bir tespitte bulunuyorlar: “Önemli olsa da, haber/bilgi aktarmaya dayalı siyasal projeler kolaylıkla hayal kırıcı olabilirler. Eğer ABD yurttaşları hükümetlerinin nasıl davrandıklarını, hangi ağır suçları işlediklerini gerçekten bilseler, ayaklanacakları ve hükümeti devirecekleri düşününebilir. Ancak, gerçekte, bütün ABD yurttaşları Noam Chomsky’nin kitaplarını ve internette yayılmış olan bütün WikiLeaks dokümanlarını okusalar da, aynı siyasetçilere oy verecekleri ve bugünküyle hemen hemen aynı bir toplum üretecekleri muhakkaktır. Bilgi yeterli değil. Aynı şey ideoloji eleştirisi için de geçerli. (...) Kamu alanında bir iletişim eylemliği alanı açmak da kendi başına yeterli değil”.
Eğer doğru ise, bu tespitten hareket ederek varılacak sonuç, tüm alternatif haber, bilgi üretimi faaliyetlerine son verip, iktidarın ve büyük güçlerin bilgi üretimine ve doğrular rejimine meydanı boş bırakmak değildir elbette. Hardt ve Negri de, bu doğru bilgi, alternatif bilgi üretme ve yayma faaliyetinin yanlış olduğunu iddia etmiyorlar. Dikkat çekmek istedikleri nokta, sadece bunun yeterli olmadığı.
Bu tespitten hareketle, günümüz Türkiye’sine bakalım. Hükümet, bazı bakanlar ve çevresiyle ilgili yolsuzluk iddialarının soruşturulmaması kararını aldırtmayı başardı. Bunun son aşaması, meclise gelen bakanlarla ilgili savcılık soruşturma dosyalarını inceleyecek komisyonunun da, Yeni Türkiye savcılığının aldığı soruşturmaya gerek yoktur kararına uygun bir karar vermesi olacak.
Yeni Türkiye savcılığı, 25 Aralık soruşturmalarının yok hükmünde olduğunu ilan ettikten sonra, artık tüm belgeleri neredeyse kamuya mal olmuş 17 Aralık soruşturmasında da soruşturmaya gerek olmadığı kararı verdiğinde, medyasıyla, seçmeniyle, STK’ları, üniversitesi ve iş dünyasıyla bir bütün olarak AKP toplumundan herhangi bir tepki gelmedi. Bir çatlak ses çıkmadı. “Yahu, durun biraz fazla olmadı mı?” sorusu bile sorulmadı. Örneğin, yakın tarihe kadar yolsuzluklar konusundaki çalışmalarıyla maruf TESEV gibi bir kurumun başındaki insanlardan en azından, “yok bu kadarı fazla” türünden bir tepki gelmedi. Buna karşılık, AKP medyasından sevinç çığlıkları da atılmadı. “Hak yerini buldu, bakanlar ve yakın çevreleri aklandılar” türünden bir güçlü tepki de duymadık. Her şeyin bilindiği, ama bunun böyle olması lazım geldiğine dayalı bir genel ve sessiz mutabakatla yola devam etmeye “AK toplum” kararlı.
“Yolsuzlukla kararlılıkla mücadele edilmiştir, bundan sonra da kararlılıkla mücadele edilecektir” iddiasıyla yola çıkan Davutoğlu hükümeti döneminde, bu konuda elle tutulur ilk somut icraat “soruşturmaya gerek yoktur” kararının alınması oldu. 17 ve 25 Aralık soruşturmalarının hükümette panik yarattığı Ocak 2014 başında Davutoğlu, “etik kaygılardan soyutlanmış bir siyaset her şeyini kaybeder” iddiasında bulunmuştu. Daha sonra, Mart 2014 seçimlerinden bir hafta önce, “yolsuzluklar konusunda verilmeyecek hesabımız yok” demişti. Genel başkan seçildiği AKP kongresinde, “yolsuzluk yapanların gerekirse ellerini kırarız” diye esip gürlemişti. Gerçi, el kırmak medeni bir ceza kanununda yer alan bir cezalandırma yöntemi değildir ama hiç olmazsa cezalandırmaktan bahsediyordu. Daha sonra, Bingöl saldırısını failleri olduğu iddia edilen kişilerin polis tarafından “iki saat sonra nasıl cezalandırdığını” kıvançla aktarınca, Davutoğlu’nun suç ve ceza konularında medeniyet eşiğinin ancak bu seviyede olduğu ortaya çıktı. Halbuki kimse yolsuzluk yaptıkları konusunda ortada çok güçlü karineler olan kişilerin ellerinin kırılmasını veya Bingöl’deki gibi cezalandırılmalarını talep etmiyordu. Mahkemede yargılanmalarını, zanlıların kendilerini savunmalarını, gerekirse sivil toplumdan ilgili kişi ve kuruluşların müdahil olmasını ve söz konusu yolsuzluk iddialarının gerçekten aydınlığa kavuşmasını talep ediyordu. Şimdi sadece zanlılar değil, bütün hükümet ve iktidar partisi yolsuzluklar konusunda hesap vermekten kaçtığı damgasını taşıyor ve taşımaya devam edecek.
Taşı sadece gölge başbakana atmak haksızlık olur.
...
devamını okumak için tıklayınız



10 Ekim 2014 Cuma

Hükümetin hataları, HDP'nin hataları - ORAL ÇALIŞLAR - 10/10/2014

Türkiye, bir günün içinde; son yılların en vahşi sokak gösterilerine sahne oldu. Tablonun bu hale gelmesinde; hükümetin de HDP'nin hatalarının olduğu açık. Tabii, şunu ekleyelim: Bizim "hata" dediğimiz şeylerin bazıları, "stratejik tercihler" olabilir.
Kriz iyi yönetilemedi... Uzun süredir, PKK'dan gelen, "çözüm sürecinin bittiği" yönündeki mesajların; sık sık tekrarlandığı bir gerginliğin içine girmiştik,.

HDP'ye yakın duran ve ağırlıklı olarak Türk solu kökenli kesimlerce dillendirilen, "çözüm bitmiştir" havası; Kürt hareketinin psikolojisini etkiliyor. Çok değişik çevrelerden bir rüzgar gibi esmeyi sürdüren "Hükümete teslim oldunuz" psikolojik baskısı; Kürt hareketi üstünde, özellikle son dönemde, yoğunluk kazanıyor. Belki bu bağlamda; genç kuşak seküler Kürtlerin talep ve özlemlerini de, ayrıca değerlendirmek gerekiyor.

Tabii şunları da görmekte yarar var: HDP yöneticileri; Kobani krizinden önce de, sonra da, hükümet yetkilileriyle sık sık görüştüler. Hükümet ile HDP arasında (Başbakan'ı da kapsayan) bir diyalog vardı. İki taraf da, görüşmelerden memnun oldukları yönünde mesajlar veriyorlardı.

Aynı şekilde, Öcalan, son yaptığı açıklamalardan birisinde; "çözüme çok yakınız" mesajını vermişti. Bu, son zamanların, en ileri değerlendirmelerindendi. Öcalan; Bakanlar Kurulu'nun bir hükümet kararı haline getirdiği çözüme ilişkin son adımı da, olumlu buluyordu.

Uygulamalar açısından bakıldığında, umutlu sayılabilecek adımlar devam ediyor, grafik yükseliyordu. Fakat, aynı analizi "üslup" veya "söylem" düzeyinde yapmak, çok kolay değildi. İki taraf da; zaman zaman, tansiyonun aniden şiddetle yükselmesine yol açan bir dile yönelebiliyordu.
IŞİD-TÜRKİYE İLİŞKİSİ İDDİASI
Kobani, işte bu tablonun üzerine geldi. PKK, "Kobani'deki kuşatmayı Türkiye'nin kışkırttığını" öne süren iddialarda bulundu. Bu hava, Kürtlerin önemli bir kısmı arasında yaygınlaştı. AK Parti'ye öfke duyan çeşitli çevreler; "Türkiye IŞİD'le işbirliği yapıyor" iddiasını, Batı medyasının bir kesimiyle yoğun bir alışveriş içinde yaygınlaştırıp, bir "algı mühendisliği" yaptılar. Kürtlerin Kobani'deki gelişmelerden kaynaklanan öfkesi; bu değerlendirmelerle birlikte, iyice tepkisel bir ruh haline dönüştü.

Kobani'nin düşme tehlikesinin arttığı oranda; "Türkiye IŞİD'le işbirliği içinde" söylemi de, paralel bir şekilde yükseliyor. Bu ruh halinin, bir çatışma ortamını kışkırtacağı belliydi.

Sonunda, olanlar oldu. Türkiye, bir günün içinde; son yılların en vahşi sokak gösterilerine sahne oldu. Can kayıplarının ötesinde; toplum, manevi olarak da, yeni bir bölünme gerilimiyle yüz yüze geldi.

Tablonun bu hale gelmesinde; hükümetin de, bir yasal parti olarak HDP'nin de ciddi hatalarının olduğu açık. Tabii, şunu da ekleyelim: Bizim "hata" olarak tanımladığımız şeylerin bazıları, "bilinçli stratejik tercihler" olabilir.
HÜKÜMETİN HATALARI
1.Kobani'deki kritik olayların, Kürtler üzerinde yarattığı travmanın derinliği, tam anlamıyla kavranamadı.

2. "PYD ve PKK terör örgütüdür", "IŞİD de PKK da teröristtir" söylemi; zaten gergin olan gelişmelerin, daha da gerilmesini tetikledi. IŞİD, bütün bölgeyi tehdit eden bir örgüt. PKK ise, şu anda; Türkiye'nin lideriyle barışı gerçekleştirmek üzerine, görüşmeler yürüttüğü bir yapılanma. Şu koşullarda; "PKK teröristtir" söylemi ile, ne hedeflenmiş olabilir?

3. Direniş sürerken, "Kobani düştü, düşüyor" ifadesi de; gerilim içindeki Kürtleri, iyice öfkelendirdi.

4. Hükümet, zaman zaman "Kobani'ye elimizden gelen her desteği yaparız" şeklinde olumlu açıklamalarda bulunsa da; somut bir adım atamadı, inandırıcılığını yükseltemedi. Gerilim psikolojisini düşürebilecek bir dil adına, gerekli özen gösterilmedi.

5.Olaylar patlak verdikten sonra, yapılan "misliyle karşılık veririz" açıklaması da, polisin gösterilere yönelik uyguladığı geleneksel aşırı şiddet de olumsuz sonuçlar doğurdu.

6. Çözüm süreci için olsun, Kobani'deki durum için olsun, hükümetin diğer siyasi aktörleri (CHP ve MHP) bilgilendiren, onların katkılarını talep eden bir diyalog süreci içine girmesi önemliydi.
HDP'NİN HATALARI
1. Kobani nedeniyle gerilim dozu iyice yükselmiş bir kitleyi sokağa çağırmak, bir kırılma noktasıydı. Ne yapacağı ve nerede duracağı belli olmayan bir kitle şiddeti, ortalığı yakıp yıktı. Bu bir öngörü hatası olarak da görülebilir. Başka bir açıdan bakıldığında, hükümeti cezalandırma amacını da içermiş olabilir. Sonuç, yapılan en azından bir öngörü hatası sayılabilir.

2. HDP yetkilileri; Hükümet'le bu konuları defalarca konuştukları ve hükümetin tutumunu bildikleri halde; "Türkiye IŞİD'le işbirliği yapıyor" algısının oluşmasına destek veren dilden geri durmadılar. Hatta bu algıyı körüklediler.

3. "Türkiye, Kobani'ye yardım etsin" çağrısını yaparken; nasıl bir yardım yapılabileceğine ilişkin somut öneriler getirmek yerine, "Kobani düşerse çözüm süreci biter" tehdidini kulanmayı tercih ettiler.
4. Meydana gelen olaylardan sonra, hiç sorumluluk üstlenmeden suçu "bir takım provakatörler"in kötülüğüne havale etmek inandırıcı olmadı.

devamını okumak için tıklayınız


8 Ekim 2014 Çarşamba

Biden`in Gaflı Konuşmasından Öğrendiğimiz 6 Şey - CENK SİDAR

Türkiye kamuoyu Biden`in Harvard konuşmasını Erdoğan`dan özür dilediği konuşma olarak ele aldıysa da konuşmanın içerik ve bize öğrettikleri ülke için kritik.
ABD Başkan Yardımcısı Joseph (Joe) Biden`in 2 Ekim tarihinde Harvard Üniversitesinde Türkiye`yi Suriye`deki terörist yapılara destek vermekle itham ettiği konuşmadan hemen sonra özür dilemesi önemli bir gelişmeydi. Keza bu ifadeler sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümetini değil, Türkiye Cumhuriyeti devletini de zan altında bırakıyordu. Bu ifadeler nedeniyle özür dilemesi iki müttefik arasında hem diplomatik bir nezaket, hem de ABD`nin Türkiye`nin işbirliğine en çok ihtiyacı olan mevcut konjonktürde pragmatik bir gereklilikti.

Peki Biden neden özür diledi? Düşüncelerinin gerçeği/mevcut algıyıyansıtmadığından mı, yoksa samimi düşüncelerini çekinmeden ifade ettiği için mi? İlk olasılığının gerçek olması durumunda yalan söyleyen bir ABD Başkan Yardımcısının Amerikan kamuoyundan gelecek muhtemel baskıya rağmen görevine devam etmesi mümkün değildi. Biden düşüncelerini “açıkça” ifade ettiği, “söylememesi gerekenleri” söylediği için özür diledi. Bu durumda bu konuşmanın içeriğini daha yakından irdelememiz gerekiyor. Türkiye kamuoyu ve dünya bu konuşmadan neyi öğrendi, neyi teyid etti?

1- Türkiye Washington`da bölgedeki istikrarsızlığın ana nedenlerinden biri olarak algılanıyor. Dış politikayı çeşitli kaynaklardan izleyen ve jeopolitik gelişmeleri yorumlayanlar zaten bu algının varlığının epeydir farkındaydı. Hükümetin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın gazabına uğrayan New York Times, Washington Post, Wall Street Journal ve diğer yabancı basının bu minvaldeki yorum ve detaylı haberlerini uzun zamandır okuyorduk. Fakat Amerikan devletinin en tepesinden bu doğrultuda bir açıklamanın yapılması bu algının ne denli güçlü olduğunun bir göstergesi ve teyidi oldu. Özür dilenmesi “Türkiye`nin Esad`ı devirmek hedefiyle teröre destek vererek IŞİD belasını yaratan bir ülke olarak” değerlendirildiği algısını değiştirmiyor. Konuşmanın kayıtlarını izleyince Biden`in bu ifadeleri samimi bir şekilde kullandığını görüyoruz. Bu algının Biden`la sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur. Çünkü Biden sıradan bir kişi değil. Dünyanın en etkili çalışan, en büyük ve en örgütlü istihbarat sistemine sahip süper gücünün başkan yardımcısı. Bu istihbarat mekanizmasının liderleri ve dış politika uzmanları her gün Biden`a resmi briefing`ler sunar, ulusal ve küresel güvenliği ilgilendiren meselelerde bilgilendirmeler yapar. Anayasa uyarınca ABD Başkan Yardımcıları Başkanın sahip olduğu tüm istihbarata sahiptir. Başkan için günlük olarak hazırlanan "President`s Daily Brief" "Başkanın Günlük Bilgilendirmesini” de okur. Görevdeki Başkan görevini yapamaz duruma gelir yahut hayatını kaybederse Başkanlık görevini üstlenirler. Yani Biden`in bu konudaki ifadeleri en aşağıdan en yukarıya Amerikan ortak devlet aklının bir tezahürü olarak görülmeli ve bu şekilde değerlendirilmelidir.

2- Türkiye`nin bölgedeki önceliği IŞİD değil, Esad Rejimi: Ne Washington ne de başka bir Başkent Türkiye`nin bölgede terör ve istikrarsızlıktan fayda sağladığını/sağlayacağını iddia edemez. AKP Hükümetinin salt istikrarsızlığı artırmak amacıyla terörle ilişkili örgütlere destek vermesi de kesinlikle haksız bir suçlama olur. Burada problem Hükümetin yanlış hesap ve öngörüsüzlükle bölgedeki ne idüğü belirsiz grupları ve fraksiyonları destekleyerek bir canavarın ortaya çıkmasına dolaylı olarak neden olmasıdır. Eleştirilecek ana unsur ise bu öngörüsüzlük, yanlış hesap ve hataların Esad rejiminin devrilmesinin bölgede ana öncelik olarak belirlenmiş olmasından ötürü yapılması. Esad kendi yurttaşlarını gözünü kırpmadan öldürmekten çekinmeyen eli kanlı bir diktatör. Esad`ın alternatifi olmaması ve ülkenin demografik yapısı nedeniyle Batı Esad`ın devrilmesi konusunda isteksiz/yavaşdavranırken, Erdoğan ve Davutoğlu daha önce yaptıkları açıklamaların iç siyasette kendilerine maliyet çıkarabilmesinden ötürü Esad`ın devrilmesini neredeyse kişisel bir mesele haline getirdiler. Durum bugün de aynen devam ediyor. Başbakan Davutoğlu`nun 5 Ekim tarihinde CNN International`da yayımlanan Christiane Amanpour ile yaptığı televizyon mülakatında Türkiye`nin IŞİD ile mücadeleye Esad rejiminin de hedeflenmesi şartıyla katılacağını söylemesi bu iddiayı doğruluyor. Türkiye`nin hemen yanı başında, Kobani(Ayn-Al-Arab)bölgesinde bir insanlık katliamı yaşanma ihtimali ufukta belirmişken, Davutoğlu ve Erdoğan`ın hala Esad faktörünü devreye sokup fırsatçı bir üslup takınmaları ülke için üzüntü verici bir durum.

3- Erdoğan yapılan dış politika yanlışlarının farkında (mı?): Biden konuşmasında net bir şekilde Erdoğan`ın hatalarının farkında olarak kendisine “siz haklıydınız, çok fazla insanın (Suriye’ye) geçişine izin verdik, şimdi sınırı mühürlemeye çalışıyoruz"dediğini iddia etti. Biden bu ifadesinden ötürü de özür dilemedi. Özür dilemesinin nedeni ilk maddede ele aldığımız “Türkiye teröre destek veriyor” açıklamasının uluorta yapılması ve “Türkiye bunu bilinçli olarak yaptı” şeklinde algılanmasıydı. Erdoğan`ın dış politikada yaptığı hataları kabul edip etmediği konusunda iki liderin birbiriyle çelişen açıklamaları var. Yani bu durumda ya Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da ABD Başkan Yardımcısı Biden doğruyu söylemiyor. İki ihtimal de ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceği için endişe verici.

devamı için tıklayınız










PKK'nın Suriye krizi - Taha Özhan

Suriye krizinde Kürtlerin rolünün ne olacağı sorusuna verilen cevaplarda iki perspektif çok yaygın. Birincisi Türkiye'de Kürt meselesinin çözümü ve PKK'nın silahsızlandırılmasını salt güvenlikçi perspektifle ele alan kesimlerin, sınırın öte yanında, görünen ilk kerpiç binaya asılan bayrakla 'Suriye'de PKK devleti' kuruldu feryatları. Bu yaklaşımın, yıllarca duyduğumuz Kemalist ezberleri tekrarlamasının yanında, 1990'larda PKK ile mücadele ederken sürekli halka ve sivil iktidara vesayet faturası çıkaran askeri odakların, Kürt meselesine yaklaşımlarının 2010'lar versiyonu olarak var karşımızda.
İkinci okuma ise yine PKK merkezli analizleri abartıp bütün Ortadoğu jeopolitiğini PKK çarpanına bağlayan bir yaklaşım. Suriye'de, isyanı başlatan, isyan ederken de herkesten çok daha iyi başına neler geleceğini bilen, yüzbinlerce canla bedelini ödeyen Suriye devrimini neredeyse görmeyip, PKK'nın Suriye'nin kuzeyinde bir iki kasabada Baas'ın işine de yarayacak birkaç eylem yapmasından 'Rojava devrimi' çıkarmak!

Her iki yaklaşım, asırlık 'Sykes-Picot korkuları ve rüyalarına' denk gelmektedir. Her iki pozisyon da aslında farkında olmadan yüzyıllık statükonun farklı şekilde nöbetini tutmaya devam arzusundalar. Oysa yukarıdaki iki pozisyona düşmeden de Suriye'de Kürt varlığını ele almak mümkün. Sykes-Picot düzeniyle 'bin-xet'te kalan Kürtlere tabii olarak en fazla ilgili olması gereken yer Türkiye'dir. Lakin kendi Kürdüyle, Sykes-Picot'tan nöbetine düşen pay miktarınca yıllarca kavgayı sürdüren Türkiye; şimdi bir çözüm ve barış sürecinden geçiyor. Suriye'deki Kürtlerle ilişkiler son yıllarda mevcut sınırları anlamsız kılacak ölçüde normalleşti.

Kürt yabancılaşması 
Beklenen, Suriye'de canları pahasına isyan edenlere ilk omuzu, yıllardır hakları gasp edilmiş Kürtlerin vermesiydi. Böyle olmadı. PKK'nın, 1999 sonrası yaşadığı çarpık uluslararasılaşma sürecinin oluşturduğu denklemler, Suriye'de pasif bir Şebbiha (bazen de aktif) rolü üstlenmesi sonucunu doğurdu. Bu Kürtlere yapılabilecek en büyük kötülüktü. PKK-PYD marifeti ve bölgede Irak işgaliyle başlayan Arap milliyetçiliğinin de desteğiyle son birkaç yıldır yaşanan 'Kürt yabancılaşması' derinleşmiş oldu.
Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, Türkiye, Suriye'deki Kürtler için, Suriye'de 'PKK devleti' veya 'Rojava devrimi' ilan eden 'korku ve rüyaların' ötesinde politika geliştirmesi en hayırlı seçenek durumundadır. Böylesi bir politika Suriye'deki bütün Kürtleri Sykes-Picot'yu aşacak şekilde kucaklamak anlamına gelmelidir. Suriye'de Arapları, Türkmenleri ve hatta Kürtleri bile karşısına alan PKK'nın 'kurtarılmış bölge' saplantısından kolayca kurtulmasını beklemek naifliktir.
Suriye'de bugünlerde, Halep'in güneyinde ve güney batısında Baas rejimiyle yoğun çatışmalar devam ederken, özellikle Han Asal'ın ele geçirilmesi sonrası PYD'nin hareketlenmesini Suriye içerisinde hiç kimse 'Rojava devrimi' olarak okumamaktadır. Kaldı ki, geçmişte, 153. Tugay muhalifler tarafından ele geçirildiğinde, PYD-Baas işbirliğine dair şehir efsanelerini somutlaştıracak onlarca delil ortaya da çıkmıştı.

devamını okumak için tıklayınız