30 Haziran 2014 Pazartesi

Daha çoook tutuklar, çoook yakarız - TARHAN ERDEM Türkiye / 30/06/2014


"Hatip Dicle Serbest" ve "Yalı Kül Oldu" haberlerinin siyasetimizi doğru alana çekeceğini umut edelim! 
Dünkü gazetelerde iki başlık vardı: “Hatip Dicle serbest” ve “Tarihi Hüseyin Avni Paşa Köşkü kül oldu.
Bu başlıklar bana, anayasada ve kanunlarımızda, ifade özgürlüğü ve mülkiyet hakkının insan haklarına ters biçimde tanımlandığını; yürütme gücünün bu hakları koruyamadığını, yargının bu hakları halka iade edemediğini; bir kez daha, maalesef 1982’den bu yana belki bininci kez hatırlattı.
Hatip Dicle, 2009 yılından bu yana, Terörle Mücadele Yasası’nın birçok maddesine, tabii onların göndermesiyle ceza kanunlarının ve onların kaçıncı kez değiştirilmiş maddelerinin bazı fıkralarına göre “tutuklu” bulunuyordu.
Hatip Bey’in sözlerinden hiçbir yurttaşımız zarar görmemişti, ama özel savcı devletin temeline bomba koyduğunu iddia etmiş ve tutuklu yargılanmasını istemiş, özel mahkeme bu isteği kabul etmişti.
Hatip Dicle’nin fikirlerini seslendirdiği için beş yıla yakın zamandır tutuklanmasına neden olan kanunların, bunlara cevaz veren anayasanın ortadan kaldırılması için, hemen, en kısa zamanda yeni bir anayasa yapmamız gerektiği açık.
Mevcut anayasa, güzelliğimizle ve çirkinliğimizle, inancımız, kimliğimiz, değerlerimiz, varlığımızla, yokluğumuzla nasılsak ve ne isek öylece birlikte yaşamamıza izin vermiyor.
Kavga edeceksek edelim, kim kimi yok etmek istiyorsa ortaya çıksın, birbirimizi yiyelim ama sonunda bir anayasa yapalım veya kavgasız tartışarak, anlaşmayı deneyelim; uzlaşalım; sonunda ifade özgürlüğü ve mülkiyet hakkını doğru tanımlayalım!
Fakat son Anayasa Uzlaşma Komisyonu gibi olmasın çünkü liderler, uzlaşsınlar diye temsilcilerini o masaya göndermediler; çünkü onlar uzlaşmayı bilmiyorlardı, onlar halktan oy alacaklarını sanarak birbirlerine hakaret ediyorlardı, uzlaştıkları maddeleri bile kanunlaştıramadılar!
İşte Hatip Dicle serbest kaldı, kim ondan zarar görmüştü de isyan ile bağırdı? Onun serbestliği hepimizi yeni anayasaya çağırmıyor mu?  
Hüseyin Avni Paşa Yalısı’nın yanması, hepimizi Hatip Bey’in serbest kalması kadar yeni anayasayı görüşmeye çağırıyor; yeni anayasanın yolunu aydınlatıyor!
Bu yalının ve Fethi Paşa Korusu’nun yanması haberini okuyanların neler düşündüğü açık değil mi? Bunlardan kaçı sizce, “Vah yazık, ne anılar yandı, sahibi çok üzülmüştür” diye yakınmıştır?
Büyük çoğunluğun, “Yine yaktılar” diye haykırdığını duymamak için sağır olmalıyız!
81 dönüm koruyu ve içindeki köşkü pişirip kotarıp satın alan “aslına uygun olarak restore (herhalde yeniden yapacağız) edeceğiz” demiş! Niçin halkı bu kadar aptal yerine koyma cesaretini kim veriyor bunlara acaba?
...
 devamını okumak için tıklayınız



21 Haziran 2014 Cumartesi

Mesele, Hayrettin Hoca’nın fetvaları değil - Mümtaz'er Türköne

Öyleyse ne? Mesele bu fetvalarda vücut bulan iktidar hesaplarının egemen olduğu, müraî ve ben-merkezli siyaset dünyası.
Bu kazan zaten kaynıyor; Hoca sadece altındaki ateşe odun taşıyor. Bize düşen, bu dünya ile hesaplaşmak ve bu kazanın içinde can çekişen hak ve adaletin peşine düşmek. Yoksa ortada ortak ölçülerimiz kalmayacak. Tıpkı Hoca’nın dünkü köşesinde “itham ispat değildir” hükmü ile, bir türlü yürümeyen yolsuzluk soruşturmalarından iktidarı aklarken,  devletin kahredici gücü ile masum insanlara aylardır olmadık iftiralarda bulunan Başbakan’a aynı ölçüyü uygulamayı aklının köşesinden bile geçirmemesi gibi. Hayrettin Hoca için İslâm, ayağı sürçüp topallamaya başladığı an iktidara uzatılacak bir koltuk değneğinden ibaret. Ya mazlumların ahı?
Muhakeme, gündelik telaş içinde başını kaldıracak vakti olmayan siyasetçinin anlayabileceği kadar basit. İslâm, hayatın her alanını, bu arada siyaseti de kapsayan bir teoriye sahip. Bu teorinin özü, niyeti İslâm olan emir sahibine itaat etmekten ibaret. Emir sahibi ise, bir türlü tükenmeyen “zaruret hali” yüzünden bu teoride yer alan kurallarla bağlı değil. Sonuçta ayakta kalan, bir dinden çok her şeyin ve her aracın mübah olduğu sığ bir Makyevelizm. Buyrun, Hoca’nın cümleleri ile takip edin!
“İçinde bulunduğumuz şartlar adım adım İslâm’a giderken bir aracın kullanılmasını zarurî kılarsa, o aracı kullanırız.” Hoca araç diye siyasî partiyi, demokrasiyi kastettiğini söyledikten sonra ekliyor: “Eğer o araç, bizi amacımıza doğru götürüyorsa, kapıların arka arkaya açılmasını sağlıyorsa, mecburiyete binaen onu kullanabiliriz.” Soracağınız “neden?” sorusunun cevabı olarak Hoca her kapıyı açan o sihirli kaideyi ekliyor: “Zaruret, o aracı meşrû kılar.” (“Demokrasi çoğulculuk laiklik ve İslâm”, Yeni Şafak, 25.5.2014) Bu araçların başında gelen “demokratik zihniyet”  ise “beşerin Yaradan’a denkliği, üstünlüğü veya bağımsızlığı”na dayandığı için “İslâm’la bağdaşmaz” bir araç olarak tarif ediliyor. (“İslâm, demokrasi ve Medine Vesikası”, Yeni Şafak, 29.5.2014)  Demek ki, demokrasi “İslâm’a giderken” kullanılacak bir araçtan ibaret. Ancak Machiavelli rolüne soyunan Hoca “amaca giden her araç mübahtır” kavline uyarken, İktidara muhalefet edenleri demokrasi sopası ile hizaya getirmeyi de ihmal etmiyor. Gezi’nin yıldönümündeki protestolara “demokrasi adına” karşı çıkıyor. (“Terör, anarşi ve demokrasi”, Yeni Şafak, 1.6.2014)
Tekrar vurgulamalıyım. Bu dil, retorik ve bu muhakeme tarzı, iktidar rekabetine İslamiyet’ten mesned arayanların ortak paydası. Adam Müslüman, her şeyiyle Müslüman, üstelik iktidar ellerinde. Yaptığı her şeyi haklı kılmak için, siyasetin gerçekleri ile İslâm’ın yüce değerleri arasına Hayrettin Karaman’ı Machiavelli olarak yerleştirmeniz yeterli. Söyledikleri tam da İktidar’ın duymak istediği türden sözler. Üstelik “Bu iktidara cephe almaya Allah ve Resulü’nün razı olacağını sanmıyorum” diye -tövbe haşa- Allah ve Resulü’ne vekâleten İktidar partisine destek olan ve güvenoyu veren bir fıkıh âlimi söylüyor bunları. Eskiden parti mi vardı? Demokrasilerde “parti müftüsü” makamı olmadan bu zorlu müşkülleri nasıl
 çözeceğiz?
 ...
devamını okumak için tıklayınız

Cihatçılar interneti kullanıyor

 İnternette dolaşan korkunç fotoğraflar... Dokuz kadar adam artarda sıralanmış ve birbirine tutunmuş bir halde başlarını eğmiş bekliyor. Başlarında ise yüzünü gizlemiş, elinde makineli tüfek tutan bir IŞİD üyesi var. Bir diğer karede ise üstü başı toz içinde bir sürü genç adam yerde yan yana yatıyor. Başlarında yine üzerlerine namlularını doğrultmuş IŞİD militanları...

Örgüt, popüler sosyal medya platformlarından yaydığı benzer karelerle Irak'taki ilerleyişini internet üzerinden neredeyse dakikası dakikasına paylaşıyor. Hedef bir yandan destekçilerini motive etmek, diğer yandan tüm dünyaya korku salmak.

İslam bilimci Guido Steinberg'e göre IŞİD medyayı cihatçı örgütlerin içinde açık ara en iyi şekilde kullananı. Steinberg Die Tageszeitung'a verdiği demeçte radikal İslamcıların sosyal medya alanındaki çalışmalarını El Kaide'nin 2004 yılında profesyonelleştirdiğini belirtti. Örgütün tüm eylemlerinin kameraya alındığını ve fotoğraflandığını belirten Steinberg, daha sonra ise bunların bir medya ekibi tarafından değerlendirildiğini kaydetti.
...
devamını okumak için tıklayınız

12 Eylül Davası ve Sol’daki Akıl Tutulması - Ferdan Ergut

Türkiye solunun geniş kesimlerindeki akıl tutulmasını 12 Eylül Davası’ndan daha iyi ne gösterebilir bilmem. Fakat önce hafızayı tazeleyelim: Bundan 34 yıl önce darbeyle iktidara gelen cunta on binlerce yurttaşı işkence tezgahlarından geçirdi, on binlercesini işlerinden attı, on binlercesini yurttaşlıktan çıkardı, on binlercesini siyasi mülteci olarak memleketlerinden ayrılmaya zorladı, yüzlerce yurttaş “şüpheli” bir şekilde onların iktidarında öldürüldü. 50 yurttaşımız onların iktidarında idam edildi. Bu mağduriyetlere doğrudan muhatap olmayanlar da bu felaket yıllarından kurtulamadı. Aileler dağıldı, yüzbinlerce insan psikolojik sorunlarla başa çıkmaya çalıştı.
Darbecilerin bunca acının üzerine kurduğu düzen, Türkiye’nin en dayanıklı düzeni oldu. 34 yıldır 12 Eylül rejiminin kurumlarıyla ve pek çok kanunuyla yaşamaya devam ediyoruz. Türkiye toplumunun geniş kesimleri çok uzun süre 12 Eylül’ü bir kurtarıcı olarak algıladı. (Bu yazının konusu değil ama bu algının öznel ve nesnel nedenleri üzerinde ayrıca ve ayrıntılı bir biçimde durmak gerekiyor elbette).
Geniş kesimler böyle düşündü ama kayda değer bir azınlık için 12 Eylül’le hesaplaşma ve darbecilerin yargılanması daima temel gündem maddesi oldu. 12 Eylül mağdurları Türkiye toplumunun örgütlü kesimlerini oluşturuyorlardı. Örgütler darbe sonrası koşullarda tekrar toparlanır toparlanmaz darbecilerin yargılanması için mücadeleye başladılar. Her 12 Eylül’de “darbeciler yargılansın” diye miting yapanlar bu kesimlerdi. Eylemlerde halkın kitlesel katılımı olduğu söylenemezdi. Fakat bıkmadan usanmadan, hiç ara vermeden 12 Eylül rejiminin kötülüklerini anlatmaktan vaz geçmedi bu insanlar. Türkiye toplumunun 12 Eylül felaketini unutmasına izin vermediler.
Gün geldi, devran döndü 12 Eylül 2010’da bir Anayasa Referandumu oldu. Referanduma sunulan paketteki bir maddeye göre darbecilerin kendileri için hazırladıkları koruma kalkanı (geçici 15. madde) kaldırılacaktı. Solun büyük bölümü –elbette CHP’nin peşine takılarak- Referanduma “hayır” oyu verdi. 30 küsur yıldır mücadelesini verdikleri “darbecilerin yargılanması” meselesi bir gecede yaşamsal olmaktan çıkmıştı. Olabilir. Başka meseleleri daha önemli görmüş olabilirlerdi. (Geçerken not: Benim oyum “evet”ti. Ve bu oyu da sadece darbecilerin yargılanacak olması nedeniyle vermemiştim. Ama yazının konusu Referandum değil; geçtim.) Sonuçta beklenen oldu ve Referandum’da “evet” çıktı. Darbecilerin koruma kalkanı kalkmıştı.
Böyle bir durumda rasyonel bir soldan ne beklenirdi? Muhtemelen şöyle bişey:  “Artık olan oldu. İstemediğimiz bir sonuç çıktı; ama maddelerden –en az- bir tanesi bizim maddemizdi. Şimdi siyaset zamanı… Darbecilerin yargılanmaları ve mahkum edilmeleri için mücadeleye başlıyoruz.” Ama böyle olmadı! Onun yerine olan, akıl tutulmasıydı.
Dünyada darbe geçirmiş hangi ülkedeki yoldaşlarımıza söylesek utanacağımız bir süreç başladı. Darbecilere dava açılmıştı ve solun önemli bir bölümü alanı terk etmişti. Darbecileri yargılıyorduk ve solun umrunda değildi! Umrunda olmasa yine iyi; durum daha da vahimdi: -Maalesef- umrundaydı ve bu davanın aslında bütünüyle AKP’nin bir tezgahı olduğu konusunda “halkı bilinçlendirmeye” başladılar. Burada ikiye ayrıldılar: Daha tutarlı olan kesim en başından beri bunun bir “tiyatro” olduğunu ve “AKP’nin oyununa gelmeyeceklerini” söylediler ve her yönüyle davayı boykot ettiler. Birinci günde bile Adliye’ye gelmediler. Diğer kesim ise iyice tutarsızdı. Davaya müdahil oldular; ama mahkemenin ne kadar uyduruk bir mahkeme olduğunu ve burada bir şey çıkmayacağını halka göstermek için!
Bu süreçte akla ziyan birçok laf ürettiler. Üstelik ürettikleri her laf, bir önce ürettiklerini geçersizleştiriyordu. Ama burası Türkiye! Tutarlılık çok aranan bir özellik olmadığından ferah feza laf üretmeye devam ettiler. Şöyle şeylerdi:
i) “Darbecileri ancak sosyalistler, devrimciler yargılar” (Dünyanın pek çok ülkesinde rutin hükümetler darbecileri yargılamış, cezalandırmıştı. Ayrıca 30 yıldır hiçbir eylemde “darbeciler devrim mahkemesinde yargılansın” dememiştik. “Yargılansın” diyorduk. Ama hakikatle ilişki bir kez zedelenmeye görsün; bunların hiçbiri bu arkadaşlar için önemli olmadı).
ii) “Mahkeme savcının iddianamesini kabul etmeyecek ve zaman aşımı v.s. gerekçelerle yargılama başlamayacak bile” (Aslında sanık avukatına ait olan bu argüman reddedildi ve yargılama başladı).
iii) “Yargılama başlayabilir; ama mahkumiyet çıkması imkansız” (Mahkumiyet çıktı:  Rütbeleri sökülecek ve müebbet hapis).
iv) “Mahkum oldular ama çok yaşlı oldukları için hapse girmeyecekler. Sonuçta iki ihtiyar ceza alsa ne olur, almasa ne olur” (Bu en manidar olanı; dolayısıyla yazıyı bitirirken biraz daha geniş ele alacağım)  
...
Devamını okumak için tıklayınız


12 Haziran 2014 Perşembe

Acziyet - Ali Bulaç

Cesur ve geniş kapsamlı bir yüzleşmeye ihtiyacımız olduğu ortada. İtiraf edelim: İslam dünyası tam bir acziyet içinde.

Dünyanın genelinde şu veya bu ölçekte sorunlar yaşanıyor, yer yer sorunlar çatışmalara da dönüşüyor. Ancak hiçbir sosyo-politik havzada yaşanan sorunlar İslam dünyasındakilerle mukayese edilemez. İslam dünyası neredeyse tamamı ağır bir krizin içinden geçiyor. Bölgemizde bazı mıntıkalar kan gölüne dönmüş bulunuyor. Hiçbir yer huzurlu değil, görece istikrar varsa da bu, baskı rejimleri altında sağlanabilmiş sathi bir istikrardır. Irak ve Suriye’de Baasçı rejimlerin sağladığı istikrarın ne kadar sahte olduğunu son yaşadığımız olaylarda apaçık gördük. Bir arada yaşıyormuş gibi görülen toplumsal gruplar, baskı rejiminde bir sarsıntı vuku bulunca her bir birim diğerinden ayrışıyor, kutuplaşıyor ve çatışıyor. Birbirimize propaganda yapmanın anlamı yok. Bizden daha katı baskı rejimler de çöktü. 70 yıl adına “demir perde” denen Sovyet sistemi sona erdi, ciddi sorunlar yaşandı ama hiçbir bölgedeki çatışmalar İslam dünyasındaki kadar vahim, ağır, yıkıcı ve gaddarca olmadı.

Üzerinde yoğunlaşmamız gereken ciddi sorunlarımız var, bunlar çok derinlere işlemiş bulunuyor. Muasırlarıyla mukayese edildiğinde gayrimüslimlerin İslam devletleri altında görece rahat oldukları, iyi kötü varlıklarını koruyabildikleri doğrudur. Avrupa kendinden olmayan hiçbir din mensubuna tarihte yaşama hakkı tanımadığı gibi, Batı Hıristiyanlığı içinde farklı bir yorumdan çıkan protestanlığa bile uzun yüzyıllar tahammülsüz kaldı. Gayrimüslimlerin İslam hâkimiyeti altındaki durumları bizim artımız, ama Müslümanların birbirlerine karşı tutum ve davranışları hiç de övünülecek gibi değil. Bu acı gerçeği kabul etmemiz lazım. Belli ki tarihten kötü şeyleri tevarüs ediyoruz. Geçmişte olduğu gibi bugün de Müslümanlar birbirlerine karşı zalimane davranıyorlar, birbirlerinin varlıklarını, dini-toplumsal farklılıklarını meşru görmüyorlar, ellerine geçirdikleri iktidarı temellük edip kendileri ve yakın çevreleri hesabına kullanıyorlar. Sünnilerin Şiileri, Şiilerin Selefileri, Vehhabilerin Alevileri öldürmesi yeterince utanç verici değil mi? Saddam Enfal’de 183 bin Kürt’ü gözünü kırpmadan öldürdü, Kürt peşmergeler Amerikan askerleriyle işbirliği yapıp Felluce’de Arap katliamı yaptı. El Kaide kökenli örgüt mensupları sorguya tabi tuttukları bilgisiz Alevi şoförleri namaz rekâtlarını bilmiyorlar diye acımasızca katlediyor. Şehirler, sivil yerleşim birimleri Nusayri yönetimindeki Suriye hava kuvvetleri tarafından yerle bir ediliyor.

İslam cumhuriyeti idealiyle şanlı devrim yapmış İran, stratejik hesapları öyle gerektiriyor diye güzelim bir ülkenin kan gölüne dönmesinde rol oynadı. Geçen yüzyılın İttihatçılığına özenen Türkiye, geçmişin 400 yıllık bölge hâkimiyeti hayalleriyle Suriye’nin mezbahaya dönmesine katkıda bulunuyor. Suudiler, Mısır’da kanlı bir darbenin destekçileri oluyor. Meşru seçimi kazanıp iktidar olmuş İhvan yönetimi askeri darbe ile devrilir ve binlerce insan sokak ortasında infaz edilirken kimsenin sesi çıkmıyor.
...
devamını okumak için tıklayınız

Mümtaz'er Türköne - İslâmcılar yolsuzluk yapar mı?

İnançlarımızın kök saldığı, her iki dünyamıza da rehberlik ettiği vasî ve asûde dünyadan; fırtınaların koptuğu, gücün, enaniyetin, rekabetin ve hırsın hakim olduğu siyasetin daracık dünyasına uzanan kısa bir yol var.
Hayrettin Karaman bu yolun başında trafik polisi gibi yol kontrolü yapıyor, kurallar koyuyor ve siyaseti güyâ “İslâmîleştiriyor”. Mesafe kısa olduğu için görüş alanı dar. Mevcut otoriteye neden ve nasıl itaat etmeniz gerektiğini, kamu malından (yani başkasının cebinden) hayır-hasenat işlerine yapılan bağışın meşruiyetini, “yolsuzluklar araştırılsın” demenin niçin bir iftira suçu oluşturduğunu ve insanı nasıl günahkâr yaptığını belirliyor ve bize “yegane doğru istikameti” gösteriyor. Siyasetin bütün hararetli münakaşa konuları için ayrı ayrı kesin doğrular var ve Hoca ilmine eklediği Allah vergisi bir ilhamla tamamını hakkıyla biliyor.
Aslında Hayrettin Karaman vak’ası, İslâmcıların dinî rükünleri banâl bir muhakeme ile nasıl dünyevî siyasetin basit bir aracına dönüştürdüğünü gösteren çarpıcı bir örnek. İslâmcılar genel kural olarak fakihler ve hakimler arasından çıkmaz. Hoca bir istisna ve mesafeleri kısaltan cesareti, modern hayatın beşerî kavramları ve sistemlerine dair cehaletinden geliyor. Hem İslâmcıların hem de âlim adaylarının ders çıkartması lâzım.
İslâmiyet ile İslâmcılığı özdeş tutmak, İslâmiyet’in siyasî rekabet alanının tamamını kapsayan amir hükümler içerdiği iddiasına dayanıyor. Bu sadece bir iddiadır; ancak bu iddianın altını modern kavram ve kurumlarla doldurmaya kalktığınız zaman dini siyasî alanda dünyevî bir güce, daha doğrusu ideolojik cephaneye dönüştürmüş olursunuz. Alın kitabın tam ortasından Hoca’nın kaleminden çıkma bir örnek: Siyasal teorinin merkezinde itaat kavramı var ve “Bu itaat kavramı bize İslâm’ın siyaset teorisinde, siyasetin aşkın referansını veriyor; İslâm’da siyasetin, siyaset mekanizmasında geçen din-devlet, din-toplum, devlet-toplum ve fert-toplum ilişkisi ve devlet kavramı içerisinde yer alan yasama, denetleme, yürütme, yargı gibi bütün ilişki ve fonksiyonların bir İlâhi referansa bağlı olduğunu ve Allah’a itâat mükellefiyeti içerisinde cereyan edeceğini gösteriyor.” (Devlet, demokrasi, çoğulculuk ve İslâm, Yeni Şafak 15.5.2014) Bir fıkıh âliminin kaleminden çıktığı için, bu iddialı cümleyi ciddiyetle okumanız gerekiyor. Sabredip ikinci defa okursanız iki seçeneğiniz var. Birincisi: “Hoca galiba mühim şeyler söylüyor, ama ne dediğini ben anlamıyorum” demek. İkincisi: “Hoca gerçekten mühim şeyler söylüyor; ama ne dediğini kendisi de bilmiyor.” Peki ne diyor? İslâm’ın bir siyasal teorisi olduğuna göre, bize bir teorisyen lâzım. Kim? Tövbe haşa. Sonra bu teorisyen “din-toplum” ve “fert-toplum” ilişkisini de “siyaset mekanizması”nin içine yerleştirecek ve “yürütme-yasama-yargı” erkleri dışında “devlet kavramı” içinde bir “denetleme” fonksiyonu icat edecek. Biri çıkıp, “bu fonksiyonları üçe ayırmamızın sebebi zaten denetim” diye itiraz etmezse, hepsi toptan “ilâhî referansa” bağlanacak. Bu kadar iri bir cümleyi söyleyebilmek, siyasetin kirli gündemine bakıp birilerini “günahkâr” ilan etmek için yeterli mi?
...
devamını okumak için tıklayınız





Âlim zulme ortak olursa? - Mümtaz'er Türköne

Tamamıyla tevafuk. Hayrettin Hoca’yı “Parti Müftüsü” ilan ettiğim gün, köşesinde bu makamın hakkını veren bir fetva yayımladı. “Bu günaha nasıl girilir?”  başlığı altında, hem 17 ve 25 Aralık soruşturmalarından Hükümeti akladı; hem de hırsızlığın peşine düşenleri “günahkâr” ilan etti.
Ne muhteşem değil mi? Bir türlü yürümeyen soruşturmalar, icra edilmeyen mahkeme kararları hâlâ dosyalarında duruyor. Hoca ceffelkalem, sadece dinleme kayıtlarına dair TÜBİTAK raporuna dayanarak Hükümet’i pür ü pak, “yolsuzluklar ortaya çıkartılsın” diyenleri de önce “müfteri” sonra da “günahkâr” ilan ediyor. Benim mevzu ettiğim tam olarak işte buydu. Bu kadar sade ve sathî bir muhakemenin sonucunda hakikat peşindeki insanları, sırf iktidarı temize çıkartma kastıyla “günahkâr”a bağlamak ve bu meşrulaştırma ameliyesini “din âlimi” sıfatına dayandırmak, dinin alenî olarak siyasî maksatlarla istismarı değil midir? Arap sabunu gibi vıcık vıcık “din istismarı” yaparak hırsızlığa kulp takmaya kalkana, “parti müftüsü” demeyip de ne diyeceksiniz? Benim canımı sıkan Hoca’nın kanaati değil. Farklı gerekçelerle bu soruşturmaları yanlış bulabilirsiniz, her şeye rağmen Hükümet’i sonuna kadar savunmayı tercih edebilirsiniz. Türkiye’nin, dünyanın şartlarına gerekçe göstererek, “bu hükümete alternatif yoktur” diyebilir ve -velev ki oldu kaydıyla- “hırsızlığa-yolsuzluğa göz yumalım” diyebilirsiniz. Hoca’nın yaptığı şey doğrudan dini, bu temize çıkartma işi için bir sopa gibi kullanması. Herkesi “günahkâr” olmakla suçlaması. Bir âlim, siyasî tarafı için inancını nasıl bu kadar sıradan bir araca dönüştürebilir?
...
Devamını okumak için tıklayınız

Böyle bir kalekolu ancak işgal kuvvetleri yapar! - Ergun Babahan

Hükümet, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan bir yandan PKK lideri Abdullah Öcalan ile barış süreci yürütüyor, diğer yandan da bölgeye örneklerini Amerikan filmlerinde gördüğümüz dev kalekollar yapıyor. Kalekollar, PKK’nin sürpriz baskın yapmasının önüne geçecek şekilde tasarlanıyor, ayrıca dev betonarme tahkimatla, burada görevli personelin muhtemel bir saldırıda can kaybını en aza indirmeyi amaçlıyor. Açık söylemek gerekirse, bir devletin kendi topraklarında, kendi yurttaşlarından korunmak için yapacağı cins yapılar değil bunlar. Amerika’nın Afganistan’da, Irak’ta inşa ettiği türden binalar.
Eğer iktidar, Öcalan ile sürdürdüğü görüşmeler sonucunda gerçekten barışa ulaşmayı hedefliyorsa, bölgedeki sayılarının 1200’ü bulacağı iddia edilen bu korunaklı dev yapılara neden ihtiyaç duyuyor? Ya barış süreci diye adlandırdığı görüşmelerin sonucundan bir şey çıkmayacağını biliyor ve çatışmasızlık sürecini askeri yapılanmayı arttırarak değerlendirmeyi amaçlıyor ya da PKK’nın gerçekten barış yapma niyetinde olmadığını görüp önlem alıyor. İki halde de hem Türkiye halkına, hem Kürtlere yalan söylemiş oluyor. Evet, barış süreci zorlu, ileri-geri hamlelerle dolu bir yoldur. Her şey bitti derken barışa ulaşabilir veya tamam bu iş oldu derken aşılması güç sorunlarla karşılaşabilirsin.
Ama masaya oturduğun andaki niyetin önemlidir. Gerçekten barışa ulaşmak için mi bir müzakere sürdürüyorsun, yoksa zaman kazanmak için mi!
Şimdi PKK’nın bölgeye, yönetim biçimine ilişkin talepleri ortada. Yerinden yönetim, eğitim, zabıta gibi hizmetlerin bölgeden sağlanması gibi, Batı’daki örneklerde gördüğümüz cinsten talepleri var.
Ama karşılarında Kars’taki heykelden Taksim’deki parka kadar her konuda müdahil olan, karar alan, uygulatan bir siyasetçi var. Tüm amacı yetki alanını genişletmek, mümkünse tek elde toplamak. Böyle bir siyasi aktörün, bölgeyle birlikte Türkiye’nin genelindeki denetimi, bununla birlikte gelen rantı kaybetmeye hazır olduğuna inanmak bugüne kadar yaptıklarına bakınca bana pek inandırıcı gelmiyor doğrusu.
Ayrıca, uzun zamandır Türkiye’nin Batısı’nda anti-demokratik uygulamalarını artırmış, medyayı susturmuş, Meclis’i kendi noteri haline getirmiş, karar alırken bırakın muhalefeti kendi partisini bile dikkate almaz hala gelmiş bir siyasi kimlikten bahsediyoruz.
Her talebinizi kendi yetki alanına müdahale olarak gören ve her fırsatta size haddinizi bildirmeye kalkan bir lider. Amacı da Sunni inancı üzerine kurulu bir toplum yaratmak.
Barzani ile vardığı enerji anlaşmaları sayesinde PKK’nın elini zayıflattığını, zamanın örgüt aleyhine işlediğine ikna olmuş, yıllardır açıklayamadığı bir demokratikleşme paketiyle bugüne gelmiş bir aktör. Söylemleriyle hem Türkiye’nin milliyetçi kesimini denetimde tutmayı, hem de ‘‘Kürt kardeşim’’ benzeri sözlerle Kürtlerin gönlünü almayı amaçlayan ve şimdi ki hedefi bu yolla Çankaya’ya çıkmak olan bir genel başkan.
Hem Kürtlere barış ve kardeşlik mesajı vermekte, hem de Tokat’ta olduğu gibi, faşizan grupların kalkıştığı linç girişimlerine destek vermekte sorun görmeyen bir lider. İlkeyle değil, ‘‘Bana ne yarar’’ düşüncesiyle hareket eden bir Şark politikacısı.
...
Devamını okumak için Tıklayınız 


9 Haziran 2014 Pazartesi

İttihat Terakki'nin ve Kazım Karabekir'in çocuk askerleri - AYŞE HÜR

"Çocuğun bir vatanperver ve gelecekte iyi bir asker olması için savaş kapıdayken önemli bir adım atıldı ve İzciler Ocağı Teşkilatı kuruldu. Teşkilat, savaşla birlikte yerini Osmanlı Güç Dernekleri'ne bırakacak ve para militer bir örgüte dönüşecekti
Bu yazının esin kaynağı, “PKK tarafından kaçırıldığı iddia edilen çocuklar” konusu. ‘Kaçırıldığı iddia edilen’ diyorum çünkü yıllardır PKK hareketini oluşturan dinamikleri izliyorum. Uzun sosyolojik ve siyasi analizler yapmaya maalesef sayfa müsait değil o yüzden kestirmeden söyleyeceğim: Çocukların Kandil’e gönüllü gittiğinden eminim. Ancak, gönüllü de olsalar, PKK’nın bu çocukları ailelerine dönmeye ikna etmesi gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar ailelerinin bu çocuklar için en iyi seçenek olduğunda emin olmasam da… 

1789 Fransız İhtilali’den sonra Batı’da “ulus, ulus devlet, vatan, yurttaş gibi kavramların ortaya çıkmasıyla birlikte çocuğun siyasal bir özne olarak algılanışı ve eğitilmesi konusunda radikal değişiklikler yaşanmıştı. II. Abdülhamit’in istibdat rejiminden kaçarak Batı’ya giden, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ülkeye dönen Osmanlı aydınları, Batı’daki bazı modaları ülkelerine taşıdılar. Bunlardan biri izcilik teşkilatı idi. 

İzcilik hareketinin mucidi, Britanyalı General Baden Powell idi. Hindistan, Afrika ve Kanada’da görev yapan Powell, 1907’de emekli olduktan sonra İngiltere’de gençler için doğa faaliyetleri düzenlemeye başlamış, deneyimlerini 1908’de yazdığı Erkek Çocuklar İçin İzcilik (Scouting for Boys) kitabında toplamıştı. Bu tarihten sonra İngiltere’de, ABD ve Avrupa ülkelerinde izcilik modası yayılmaya başlamıştı."
devamını okumak için tıklayınız

Kutsal çile, kutsal isyan kutsal zulüm-FEHİM TAŞTEKİN


Tel Aviv'de İsrail'in ilk Başbakanı David Ben Gurion adına yapılmış havaalanı. Gümrük memurundan önce standart sorular. Pasaportta 'sakıncalı' vizeler var; İran, Suriye, Irak, Lübnan, Sudan...
Tel Aviv’de İsrail’in ilk Başbakanı David Ben Gurion adına yapılmış havaalanı. Gümrük memurundan önce standart sorular. Pasaportta ‘sakıncalı’ vizeler var; İran, Suriye, Irak, Lübnan, Sudan... Buyur çapraz sual odasına! Veri tabanında ön araştırma sonrası önce biri sonra öteki gelip soruyor; henüz gazeteci olduğumu söylemeden ‘Gazeteci olarak mı gittin’, ‘Niye gittin’, Kiminle gittin’, ‘Ne yaptın’, ‘Nerede ve kaç gün kaldın?’ Bir-iki saatlik sabır sınavı. İsrail bu; korku devletine hoş geldiniz!

Kudüs’ü tekelleştirmek!

Yeşilin giderek kayaların bağrından kopan zeytin ağaçlarına bıraktığı 1 saatlik yolun sonunda mabet tepesi Harem-üş Şerif üç kutsal dinin müminlerini kendi dilinde selamlıyor. Ağlama Duvarı’nda tanrıya yakaran ve Süleyman Mabedi ile Mehdi’nin müjdecisi ‘Ahit Sandığı’nı bulmak için Mescid-i Aksa’nın altını oyan Yahudiler; Hz. İsa’nın sırtına haç vurup yürütüldüğü ‘Çile Yolu’nda 14 kez soluklayan Hıristiyanlar; güneş gibi parlayan Kubbet-üs Sahra’nın etrafında ay gibi dönen, muallâk taşından Miraç’a yükselen Hz. Muhammed’in ayak izini arayan ve yanı başındaki Mescid-i Aksa’da namaza duran Müslümanlar… Her bir köşesinde binlerce yıldan süzülen hikâyeler saklı. Kudüs havra, kilise, cami ve türbelerin içice geçtiği bir inanç kenti. O yüzden seperasyon ya da tekelleştirme ameliyeleri sadece barışı bozmaya yarıyor.

Devamı için Tıklayınız

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/kutsal_cile_kutsal_isyan_kutsal_zulum-1196195

8 Haziran 2014 Pazar

Parti müftüsü - Mümtaz'er Türköne

"Kastettiğim kişi Profesör Hayrettin Karaman. AK Parti’nin “parti müftülüğü” kadrosunu çok uzun zamandır o işgal ediyor. Parti müftülüğü, İslâmî referanslara dayandığı iddia edilen bir partide daha çok parti teorisyenliğinin muadili bir görev.
Sol, liberal veya milliyetçi bir partinin parti teorisyeni ne iş yapıyorsa, İslâmcılık iddiasını muhafaza eden bir parti için fetva makamı aynı işlevi yerine getirir. Parti teorisyeni parti politikası ve pratiği ile partinin kimliği ve ideolojisi arasında bağlantılar kurup, şartları teoriye uydururken, parti müftüsü  sadece dine dayalı bir meşrulaştırma mercii olarak iş görür. Politikalara ve pratiklere “cevaz” vermesi yeterlidir. Gücünü de, Hayrettin Hoca’nın fıkıh âlimi olması gibi sahip olduğu ilmî salahiyetten alır. Hayrettin Hoca, ta belediye başkanlığı zamanından beri Erdoğan’ın muhataralı icraatlarını verdiği fetvalarla ve daha sonra Yeni Şafak’taki köşesindeki yorumlarıyla meşrulaştırıyor. Şer’î mesnedler, teviller ve (belki de en önemlisi) zaruretler buluyor. Fıkha göre sınır tayin etmek çok zor. En nihayetinde “saçma tevil götürmez” diye, sıkıştığınız yerde imdadınıza “zaruret hali” yetişiyor. Sığınacağınız en son kale  “ızdırar” hali. Böyle bir perspektifle makul ve meşrû bulamayacağınız hiçbir icraat yoktur. Hoca’nın yaptığı da budur ve siyasî fetvalarının çoğunu  “zaruret hali”ne bağlaması bu yüzdendir. Uzun boylu fıkıh bilmenize gerek yok. Mecelle’nin küllî kaidelerinden “Zarûretler, memnu’ olan şeyleri mubah kılar” hükmüne dayanarak siyasî müşküllerin tamamını çözebilirsiniz. Fıkıh âlimlerinin siyasî tartışmaların uzağında durmayı tercih etmelerinin sebebi, çilingir muamelesi görmemek içindir."
devamını okumak için tıklayınız

3 Haziran 2014 Salı

Seçim sonuçlarına güvenilemeyeceğinin somut kanıtını buldum - Ezgi Başaran

Hiç tatava yapmayın, oturun inceleyin. Gayet açık ve teknik bir güvenlik açığından söz ediyorum.
2004’ten beri şaibeli olduğu çeşitli defalar konu edilmiş, iddialar ortaya atılmıştı. Hatta bu nedenle milletvekilleri soru önergesi vermiş ama sorularına doğrudan bir cevap alamamıştı. Ben şimdi size hem o cevabı sunacağım hem de bu cevabın ne manaya geldiğini… Ama yavaş yavaş… Adım adım… 

Konumuz Seçsis. Açılımı, Bilgisayar Destekli Seçmen Kütüğü Sistemi. Nedir derseniz, seçim sonuçlarının girildiği bir yazılım ve veri bankası diye özetleyebilirim. 

Şöyle çalışıyor: Diyelim ki İstanbul Beşiktaş’taki sandıklar sayıldı. Görevli ilçe seçim kuruluna gidip elindeki tutanağı taratıyor ve karşısına çıkan Seçsis ekranına oy oranlarını yazıyor. O Seçsis ekranını, karanlık tarafları birbirine yapışık iki ayna olarak düşünün. Bir yüzü sandık sorumlusunun karşısına çıkıyor, o da o yüze yani ekrana sonucu giriyor. Diğer yüz ise Seçsis’in yetkili teknik adamına bakıyor. Şimdi bu bilgiyi aklınızda tutun."
...
"Defalarca teyit etmeye çalıştığım bu bilginin önemi nedir? Eğer devlete ait bir yazılımın sertifikasyonu yoksa -ki bu yazılımlara sertifikasyon verme yetkisi sadece UYSM’ye aittir- istenilen oynama yapılabilir. Şöyle örnek vereyim: Seçsis’i bir kutu olarak düşünün. Bugün içine 2 adet elma koyun. Yarın kutuya sorun, kaç elma var? Sertifikasyonu olan bir kutu mutlaka ama mutlaka 2 elma yanıtını verecektir. Sertifikasyonu olmayan bir kutuya ise içindeki elma sayısına 2 daha ekleyerek cevap ver komutunu verebilirsiniz ve hiç kimse bunu denetleyemez."
tamamını okumak için tıklayanız;
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi_basaran/secim_sonuclarina_guvenilemeyeceginin_somut_kanitini_buldum-1195251#