24 Mayıs 2012 Perşembe

Ecevite Darbe Girişimi

Mücahit Pehlivan'ın anlattıklarıyla Recai Birgün'ün İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde verdiği ifade örtüşüyor.

Birgün, mahkemede Ecevit'in 2001 yılındaki hastalığı ve Başkent Üniversitesi'nde uygulanan tedavi süreciyle ilgili şu bilgiyi vermişti:
"İzinli olduğum bir dönemde Ecevit sırtında oluşan ağrı nedeniyle Başkent Üniversitesi Hastanesi'ne götürüldü.
Hastaneye bir süre sonra gittim, orada Mehmet Haberal ile tanıştım. Ecevit, yapılan müdahalenin ardından evine gönderildi.
Daha sonra göğüs bölgesinde ağrı oluştu. Yine aynı hastaneye kaldırdık. Hastanede 10 gün kaldık. Daha sonra da omurgada çökme meydana geldi. 8 ay daha hastanede kalmamız gerektiğini söylediler. Çökmenin felç ya da ölümle sonuçlanabileceğini belirttiler. Omurga çökmesine müdahale yapılmayacağını söylediler. Ayrıca dinlenmesini de tavsiye ettiler. Bu 8 aylık süreci hastanede geçirmemiz tavsiye edildi. Hastanede tedavi olmayacağından eve geldik. Bu sırada doktorlar eve muayeneye geliyordu. Kıpırdamamasını ve hareket etmemesini söylüyorlardı. O dönemde Ecevit'in hastanede yatması medyada geniş yer tuttu. Öldüğü şeklinde asılsız haberler bile yapıldı. Beyefendi yazılanlardan çok rahatsız oluyordu. Dışarıya çıkmak istiyordu ancak doktorlar izin vermiyordu. O dönemde MGK, Bakanlar Kurulu ve Kıbrıs zirvesi yapılacaktı. Ecevit bu üç toplantıya katılmak istiyordu. Doktorlar gelip muayene ettiler. Doktorlar, bu toplantılardan bir gün önce yapılan muayenesinde de beyefendiye bu toplantılara katılabileceğini söylediler. Ama toplantıya gitmeden önce sabah muayene etmek istediler. Sabahki muayenede ise 'Siz kıpırdamışsınız.' diyerek, katılmamasını tavsiye ettiler. 1 gün önce 'iyisin', sabah gelince de 'kıpırdamışsın, his kaybı olmuş' deyince Rahşan Hanım ve ben şüphelendik. Benim yakın arkadaşım olan ortopedist Mücahit Pehlivan'dan bahsettim ve kabul ettiler. Basın mensupları kapının önünde 24 saat nöbet tuttukları için Mücahit Pehlivan'ı gece yarısı eve soktuk. İlk muayenesini elle yaptı. Bir çökme rahatsızlığı olduğunu ama bu durumun geçmiş olduğunu söyledi. Yürüyebileceğini, bir sıkıntı olmadığını söyledi. Daha sonra da özel bir poliklinikten temin ettikleri seyyar röntgen cihazlarını gece vakti eve soktuk. Film çekildi ve buna göre de çökmenin düzeldiği, riskli bir durumun bulunmadığı söylendi. Bunu Bülent Ecevit'e söyledik. Kaba bir korsemiz vardı. Korseye gerek yok, dediler ama biz daha ince bir korseyle günlük yaşamımıza devam ettik."

Sol ve kimlik


  Etyen Mahçupyan

Sol ve kimlik

Mağduriyetin sol açısından neredeyse kurucu bir kimlik unsuru olmasının nedeni, mağduriyetin bir 'ilişki' olması ve asimetrik güç dengesini kanıtlamasıdır.

Böylece solun niçin otoriter zihniyete ve çatışmacı bir siyasete kaydığını açıklayabilmek mümkün olmakta. Ancak arada deterministik bir bağ yok. Diğer bir deyişle her ezilen otoriter zihniyete kaymadığı gibi, her otoriter zihniyetteki kişi veya grup da eline silah almıyor. Dolayısıyla burada solun içinden gelen, sola ait olan bir dürtüden söz etmek durumundayız.
1 Mayıs tartışmasının en ilginç yönlerinden biri, polisin ateş açtığını görmediği halde varsaymayı doğal sayanların, kendi etraflarında ateş ettiğini gördüklerini yok sayabilmeleri. Gerçekliği 'değiştirmeye' bu denli yatkın olmanın muhakkak ki psikolojik bir nedeni var. Aksi halde bunca kişinin birlikte 'unutması' mümkün olmazdı. 1 Mayıs'ın özelliği, Deniz Gezmiş'le birlikte neredeyse dinsel bir sembol haline gelmesi gibi gözüküyor. Başka olaylara ilişkin daha çeşitlilik ve açıklık sergileyen solcuların bu iki konuda bir tür 'temiz görünüm' peşinde koşmalarının muhtemel nedeni bu... Çünkü siyasî enerjisi olmakla birlikte siyasete nüfuz edemeyen bir eylemciliğin kendisini ayakta tutmasının belki de tek yolu cemaatleşmesi ve bunu taşıyacak anlatıları ve ritüelleri yaşatmasıdır. 1 Mayıs ve Gezmiş ise, cemaati pekiştiren bir duygusal zemin yaratmanın ötesinde, salt kendi kimliğine yönelik bir cemaatsal vicdanın oluşmasına da benzersiz bir katkı sunmakta. Bu vicdanın baktığı yer makro haksızlık ve eşitsizlikler olmakla birlikte, esas işlevini cemaatin içeriden inşa edilmesinde icra ediyor. Ortak bir geçmiş ve acı üzerinden üretilen bu tür vicdanî semboller, her solcu için solu tarif edilebilir bir duygusal zemine oturturken paylaşılan bir kimliğe de göndermede bulunuyor.
Ne var ki bu içeriden beslenme ve kimliğin iç telkinle pekişme hali, aynı zamanda içe kapanan bir psikolojiye de karşılık gelmekte. Otoritenin ve çevrenin baskıdan anlayışsızlığa uzanan kuşatması altında, içe kapanmak kendini korumanın, ayakta kalmanın, 'nefes almanın' da yolu... Aslında bu istenen de bir durum. Parçalanmak ve küçülmek solu siyaseten etkisizleştirse de, sol kimliği taşıyan kişinin kendisine bir dünya yaratmasını ifade ediyor. Söz konusu küçülen dünyalar hem kaçınılmaz olarak mağduriyet duygusunu pekiştirip bir kader algısına dönüştürüyor hem de solcu grupların siyasî sorumluluğunu kendi gözlerinde asgari düzeye indiriyor. Böylece hem yanlışları gören ve doğruları bilen hem de bu konuda sorumlu tutulmayacak olan bir ideolojik taşıyıcılık üretilebiliyor. Solcular sokaklarda dünyanın sonunu vazeden kâhinler misali, konuşuyorlar ama yoldan geçenlerce dinlenmiyorlar.
Psikolojik açıdan zorlayıcı olan bu durumun nasıl rasyonalize edildiğini mağduriyet ve apolitiklik arasındaki ilişkide görmek mümkün. Siyaset üzerinde böylesine etkisiz olmanın kendisi açık bir mağduriyet olarak yaşanıyor. Buna karşılık mağduriyet bize solun niçin böylesine etkisiz olduğunu anlatıyor. Başka bir ifadeyle mağduriyet ve apolitiklik aslında bir bütün... Mağduriyet büyüdükçe ve ona sığınıldıkça, apolitik olma hali de doğallaşıp meşruiyet kazanıyor. Böylece solun dünyayı değiştirme misyonu anlamını yitiriyor ve arka plana itiliyor. Şimdi solun misyonu, bu zalim sistem karşısında kendisini var etmek ve yeniden üretmekten ibaret. Dolayısıyla cemaat oluşturmak, cemaatin duygusal zeminini korumak ve buradan ortak bir vicdan üretmek hayati uğraşlar haline geliyor.
Dünyanın ve düzenin değişmesi bir büyük yıkıma ertelenirken, 'değiştirme' sorumluluğundan da kurtulunmuş oluyor. Bu bağlamda şiddet kritik bir role sahip: Çünkü şiddet sistemin şiddetini davet ettiği ölçüde mağduriyeti artırıyor ve siyasetin çeperine savrulmayı kabul edilebilir kılıyor. Şiddet solcu tahayyülde apolitik olandan politik olana geçişi ima ediyor ama aslında solun bizzat siyasete yabancılaşmasına neden oluyor. Ancak bu da istenen bir durum... Çünkü böylece karşımıza idealize edilebilen, kimliksel açıdan son derece rahatlatıcı bir solculuk çıkıyor.
Apolitik bir konuma sıkışmanın yol açtığı sorumsuzluk hali, nihayette her koşulda 'temiz' kalabilen bir solcu kimliği üretiyor. Kendi gözünde ahlaklı, tutarlı ve her daim doğru olmak, solcuyu dünyevi mülahazalardan arındırıyor. Olguların iç çelişkileri yaşanmakta olan 'esas' çelişki karşısında anlamsızlaşıyor, doğrunun gururlu neferi olma statüsü gerçekliği anlamanın önüne geçiyor. Ve bu durum özeleştiriyi, kendine bakma potansiyelini neredeyse tümüyle yok ediyor... Çünkü solculuk bir temiz kimlik olarak üstleniliyor ve günahsızlaştırılıyor.
Nitekim sol içindeki hiçbir eleştiri fazla derine gitmiyor, bu türden eleştirel bir bakışa heveslenenler ise solcu sayılmıyor... Bugün Türkiye'deki sol kimliğin temelinde ideoloji değil, psikolojik ihtiyaçlar ve cemaatin korunması kaygısı var. İleriye dönük söyleyeceği belirsizleştiği ve kendisini dinleyen de kalmadığı için, geçmişe, geçmiş içindeki kendisine bakan ve onu temiz tutmak isteyen bir kimlik artık sol...
e.mahcupyan@zaman.com.tr 

24 Mayıs 2012, Perşembe

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Lağımcı gazeteciliği ve akademik özgürlük

AHMET İNSEL - ahmet.insel@radikal.com.tr
01/05/2012



Merkezi Londra’da olan Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) ‘Çatışmalarda Medyanın Rolü’ konulu yuvarlak masa toplantısı 28 Nisan’da Galatasaray Üniversitesi’nde yapılacaktı. Yapılamadı. Daha doğrusu orada yapılamadı. Başka bir adreste aynı katılımcılarla aynı tarih ve programla toplantı yapıldı. Nedeni, tam da yuvarlak masa toplantısının konusu olan medya aracılığıyla tetikçilikti. Bu vesileyle aktif manipülasyon, bunun baş döndürücü bir hızla sosyal medyada yarattığı çarpan etkisi, kurumun üzerinde hızla oluşan yakın çevre baskısı ve buna karşı direnme gücünün ne kadar zayıf olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Konu ilginç ve önemli olduğu için benim davetim üzerine geçen öğretim yılında, gene Galatasaray Üniversitesi’nde aynı kuruluşun düzenlediği, ‘çatışmalı toplumlarda anayasal süreçler’ konulu üç yuvarlak masa toplantısı yapılmıştı. Ayrıca bir uluslararası konferans düzenlemiştik. Bu toplantıların kayıtlarını daha sonra internet sitesinde yayımlıyorlar.

Ankaralı temsilcinin kulağına fısıldadılar
Bu yıl da medyanın rolünün ele alınacağı toplantının üniversitemde yapılmasını önerdim. Üniversite yönetimi hemen kabul etti. DPI; birkaç milletvekili, birkaç akademisyen ve ağırlıklı olarak gazetecilerden oluşan otuz civarında katılımcı öngörmüştü. Yuvarlak masa toplantılarında âdet, katılımcı sayısının sınırlı tutulmasıdır. Geçen salı günü, işlevi ve konumunu Türkiye’de herkesin gayet iyi bildiği bir gazetenin Ankara temsilcisi, “PKK toplantısı Galatasaray Üniversitesi’nde yapılıyor” konulu bir haber yaptı. Toplantı ilanı verilmemişti. Demek ki birileri bu kişinin kulağına fısıldamıştı.
O gün, rektöre birkaç ay önce bazı gazete köşelerinden DPI hakkında başlatılan karalama kampanyasını anlattım. Bir sorun olmadığı konusunda hemfikirdik. Perşembe günü öğleden sonra, söz konusu haberi yapan kişiyle rektörün yaptığı telefon görüşmesinin gazeteye aktarılan kısmını okudum. Durum trajikomik bir hal almıştı. Toplantının başka bir yerde yapılmasını önermeye karar verdim. Rektör memnuniyetini ifade etti. DPI da elbette kabul etti. Üniversiteye, ‘düzenleyicilerin toplantı yerini değiştirme kararı aldıklarını’ ilan etmesini önerdim. Çünkü yönetim toplantıyı yasaklamamıştı, toplantının huzur içinde yapılması için başka yere taşınmasını düzenleyiciler önermişti. Ama üniversite yönetimi, “DPI adlı kuruluş tarafından 28 Nisan 2012 tarihinde üniversitemizde bir toplantı düzenlenmesi söz konusu değildir” şeklinde bunu duyurmayı tercih etti. Yani böyle bir toplantının üniversitede düzenlenmesinin ‘söz konusu olmadığı’ ilan edildi. Cazgırlığa karşı son dik durma fırsatı da heba edildi.

Kara propaganda
Gelelim yapılan gazetecilik faaliyetini tanımlamaya.. Osmanlıcada lağımcı, kuşatma sırasında yeraltından tünel kazan askerlere verilen addır. Daha sonra askeriyede bu sınıfa istihkamcı dendi ve kelimenin sadece diğer anlamı kullanılır oldu. Sanırım, Türkçede bazı gazetecilik faaliyetlerini tanımlamak için kullanabileceğimiz uygun iki anlamlı bir kelime bu: Lağımcı gazeteciliği. Bu, on yıllardır bildiğimiz bir gazetecilik türü. Bunun en güçlü örnekleri, devletin apoletli ve apoletsiz istihbarat bürokrasisinin güdümünde yapılanlar. Kara propaganda yöntemlerinin kullanıldığı, dönemine göre mecra değiştiren, yeraltından beslenen, kirli gazetecilik türü. İşi açıkça tehdit etmeye kadar götürmekten sakınmıyor. Gizli ve yasadışı ortam dinlemeler ve benzeri her türlü lağımcılık yöntemlerinden elde edilenleri kullanıyor. Örneğin, toplantının başka yerde yapıldığını ya elektronik postaları izleyenler ya da telefonları dinleyenlerden hemen öğrenip, ardından “PKK toplantısı iptal ama hesap bitmedi” diye haber yapıyor. “Böyle bir toplantıda sorumluluğu bulunanlar, terör örgütüne yardım ve yataklık suçu işlemiş olurlar” hükmünü verip, ardından, “Örneğin Büşra Ersanlı, bugün tutuklu bulunuyor” diyerek, ‘haber aldığı’ çevrelerin tehdit mesajını iletme görevini yerine getiriyor.

Yasak çözüm mü?
Lağımcı gazeteciliğinin Türkiye’de aktif manipülasyon konusunda etkili olmasına karşı yasaklar mı koymak gerekir? Zannetmiyorum. Demokrasinin temel direklerinden olan ifade özgürlüğü ilkelerine sadık kalarak, bunları yapanları teşhir etmek ve bu pis kokulu faaliyetlere aldırmadan, asli demokratik değerleri, dik durarak, sakin bir kararlılıkla savunmaya devam etmek yegâne çaredir. Lağımcı gazeteciliği bir kesime özgü değildir. Somut örnekte olduğu gibi, İslami basının bir parçası olan bu tür gazete ve internet sitelerini, ‘mahallemizin haylaz ve arsız çocukları’ muamelesi yaparak, sessiz biçimde geçiştiren, “Bir gün bir yerde lazım olur” düşüncesiyle arada başını okşamayı ihmal etmeyenlerin de bir sorumluluğu var bu cenahtaki lağımcı gazeteciliğinin gelişmesinden.
Bu toplantının öngörüldüğü gibi üniversitede yapılamamış olması nedeniyle Türkiye’de akademik özgürlük bir yara daha aldı. Üzülmemin yegâne nedeni bu. Geri kalanı Türkiye’nin kadim ahval ve şeraitidir. Gücümüz yettiğince mücadele edeceğiz.